7. Gün
6.gün kaldığımız köy evlerinde sabah kahvaltısı ile güne başladık. 13 kişi bir evde, 11 kişi de diğer konuk evinde konakladı. 1. Grup erkekler,evli çiftler ve üç bayandan biri olan, daha önceki Kırgızistan gezilerinde de bu evde kaldıkları için ev sahibinin kendisini tanımasına sevinen Ülke kızımız özellikle çok mutlu oldu.
Bu evin diğer bir özelliği de bahçesinde yurt (çadır) olması idi. 2.grup ancak araba ile gidilebilecek mesafede olan bahçeli konuk evinde kaldı. Bahçede kümes ve elma armut ağaçları vardı.
Sabah gün ağarırken kalkıp günün ilk dakikalarını “görev sorumluluğu “ ile fotoğraflamayı ihmal etmedim. Sabah kahvaltılarını herkes kendi konuk evinde yaptı. Benim kaldığım evdeki ev sahibi evi tamamen bize bırakmıştı ve çok sessizlerdi. Kendimi evimdeymiş gibi hissettim. Sadece ev sahibini kahvaltı hazırlarken gördük. Bir gece öncesi rahatsız olan Ümran hanımın iyileşmiş olması bizi sevindirdi.
Kahvaltıya sekizde başladık. Kahvaltı menümüz her zamanki gibi Kırgızistan’ın taze doğal meyvelerindan yapılmış reçeller,şeker ve bisküvi servis tabaklarındaydı. Siyah çayımız ve ev sahibinin özenle hazırladığı soğanlı omletimiz gelince ev sahibimize bu güzel kahvaltı için teşekkür ettik. Evde dikkatimi çeken diğer bir husus da bir odada bulunan duvardan duvara yapılmış kütüphane. Kitapları incelediğimde keşke ben de yanımda Türkçe bir kitap getirseydim diye düşündüm. Kütüphanenin bu bölümünde, evde kalan konukların okudukları kitapları bıraktıklarını ,hediye ettiklerini tahmin ettiğim çeşitli ülkelere ait eserler vardı, ayrıca gelen turistlerin ev sahibine hediye olarak bırakılmış kendi memleketlerini simgeleyen objeleri ve kartpostalların camlı bir bölmede sergilendiğini gördüm. Çocuklara vermek için hediye almayı düşünmüştüm ama bu konu hiç aklıma gelmemişti. Bizden de ev sahibine bir anı bırakmak isterdim. Evin en çok ahşap işçiliği çok hoşuma gitti. İtiraf edeyim ki üst kata çatıya çıkmak ve balkondan bahçeyi seyretmekden kendimi alamadım. İsmi bende saklı gruptan bir arkadaşla yaptığımız bu kaçamakta ikimizin de ortak fikri yöresel ahşap çatı dizaynının bizi cezbetmesiydi. Umarım uyuyan ev sahiplerini rahatsız etmemişizdir.
Kahvaltıdan sonra saat 9 da bizi evlerimizden alan araçlarla rehberimiz Ernist bey ve Asel hanım eşliğinde bugünkü yolculumuza başladık. Yolculuk sırasında benim bilmediğim belki sizin daha önceden bildiğiniz kelime ve anlamlarını burada aktarmak isterim.
agaı=erkek öğretmen
ece=bayan öğretmen
manap=boy yöneticilerine verilen bir unvan
barskoon=asfalt yol
kurut=(yuvarlak) peynir
sevgili rehberimizin ismi olan Asel=bal demekmiş.
göl (Yssyk-Kol- sıcak göl ) kıyısı boyunca Jety Oğuz (yedi ögüz – yedi öküz ) Kırmızı Kayalar’ a kadar yol aldık.
Bakonbaevo ‘dan itibaren Kaji-say,tosor,Tamga Barskoon ,Chon-Zhargylchak,Kichi-Zhargylchak, Ak-Terek,Zhenish, Darkhan, Saruv, Kyzyl-suu, Kyorgochor ile Svetlaya Polyana arasından geçtik ( “polyana” ismi bana çocukluk kitaplarından okuduğum , nasıl mutlu olunur ile özleştirdiğim Pollyanna kitabını hatırlattı.) Tilekmar, Alkym, Chelpek ‘i geçerek Karakol’a ulaştık. Darkhan (Darhan) köyünden içme suyu aldık. (Kızıl-su )kyzyl-su pazarını da görmüş olduk.
Yol üzerinde yiyecek dükkanlarını , mezarlıklarını, anıtlı ve resimli , kubbeli her birinin ayrı bir hikayesi olduğunu düşündüren mezar taşlarını gözlemledim.
Araçtan resimleri çekmeğe çalıştım. İçerisinde ne olduğunu anlayamadığım tek katlı yapıların resimli duvar boyalarını, her birinin ayrı bir hikayesi olduğunu düşündüğüm uzaktan ne olduğunu tam seçemediğim heykelleri gözlemledim. Küçük tepelerde gördüğüm bu heykellerden bazıları o bölgede yaşayan hayvan figürleri ile bazıları destanlarından bir figür olabilir. Bazıları bana “Buda” inançlarını anımsattı. Manasçı heykelinin fotoğrafını çektik.
Göl kıyısında devam ettikçe ne güzel, yapılaşma yok, daha buralar insanoğlunun zulmüne uğramamış derken ”turizm” adı altında rehberimizin göl kıyısında yapı yasak demesine rağmen beton yapılaşmaların başladığını gördüm. Yapılaşmanın başladığı “Ruh-Ordo” özel tesislerini geçtik. Türkiye’yi hatırladım, yıllar önce bizde de her şey betonlaşma böyle bir bahane ile başlamıştı. Belki yıllar sonra geldiğimizde bu güzel göl manzarasını bu haliyle göremeyeceğiz. Beton ayak üstüne oturtulmuş ahşap elektrik direkleri ve teller ,üzerinden uçan kuşlar,elektrik direklerinde bayraklı ünlü kişilerin resimlerinin asıldığı süslenmiş caddeler, yol kenarlarında gürül gürül akan dereler arada o köye has güzelliği ile küçük minareli camiler, şimdilik el değmemiş gölün kumlu , taşlı, mavinin bütün tonlarındaki koyları, güzel meyve ve sebzeleri ile beni cezbeden pazarları, bazıları terk edilmiş hissini veren petrol istasyonları, okulları, süslemelerine hayran kaldığım güneşten, yağmur ve soğuktan korumalı yolcu durakları, günlük işlerine koşturan insanları ve oynayan gülen çocukları seyrederek Kızıl Kayalara geldik.
Üç şehirin bu bölgede olduğunu rehberimiz anlattı. ”Karakol”, ”Balıkçı”, ”Çolpanata”. Erik,elma,ahududu,çilek üretimi geçim kaynakları, altını madenlerini Kanadalılar çıkartıyor, Bishkek’e meyvalar burdan gidiyor dedi.
Kızıl kayalar ile ilgili türlü hikayeler var olduğunu söyleyen rehberimiz Ernist bey yolun ayırdığı kırık kalpten, yedi öküzlü tepeden bahsetti. Araçlarımızdan inerek 45 dakikalık tepeye kısa bir yürüyüş yaptık. Fotoğraf çektik.
Kızıl kayalardan etkilenen Dursun bey ,”oy kayalar ,kırmızı don giymiş kayalar ,yarim buradan geçti mi ? bana deyin kayalar “sözlerini oracıkta yazıverdi.
Jety Oğuz-Red -Kırmızı Kayalar-Kırık kalp diye de adlandırılan Tanrıdağları eteklerindeki bu bölgede efsanelere konu olan yedi öküz hikayesinden birini rehberimiz anlattı. Yedi öküz en sondan başlayarak sayılan tepelerdir dedi. 1930 lu yıllarda toprak yol ve ovanın birleştiği bu yerde yerleşik boydan biri başka köyün bir kızını kaçırıyor. Düğün için Yedi tane öküz kesiyor kazanlarda et pişiriyor. Aksakallar toplanıyor ve bu durumda iki taraftan da çok insan öleceğini ve bu düğünü duyunca savaş çıkacağını söylüyorlar. Bunun üzerine savaş çıkmasın diye kızı öldürüyorlar.. Tanrılar bu kişinin çok kötü olduğunu düşünüyor. Cezalandırılıyorlar. Yukarıdan akan sular bedenlerden akan kanla birleşiyor. Yayladan akan sular yerleşen boyu önüne katıp götürüyor ve kanla karıştırıyor. Bu yerin adı bu yüzden yedi öküz oluyor.1933 yılından itibaren burada eski villalar yapılmış. 1970 yıllarında diğer binalar tesisler kurulmuş. Bu tesisler basit tesisler. Bu yörenin termal sularını da değerlendirebilecek modern tesislere ihtiyacı var. Buradaki bazı ağaçlar havadaki bakterileri temizleme özelliğine sahip. Hasta ,direnci zayıf kişiler burada dinlendiriliyor. Belli bir zaman geçiriyorlar. Ahşaptan yapılı basit yapılar var. Rehberimiz geçitlerin olduğu ve manzaranın güzel olduğunu ve Sovyet kozmonotların uzay dönüşünde vücutlarındaki bakterileri atmak için burada istirahat ettiklerini söyledi. Ernist bey anlatmaya devam etti ; büyük nehirler Narin nehri, Jeti Oğuz nehri, Barskoon nehri, Sarysuu ( sarı su ) nehri bulunuyor dedi.
Burada iki buzul var, kalın buzullar Kırgızistan ve Kazakistan’ın su ihtiyacını karşılıyorlar. Kazakistan pamuk üretimi için suya ihtiyaç duyuyor. Fakat iki ülke bu konuda elektrik ,doğalgaz gibi konularda zaman zaman siyasi tartışmaya giriyor. Baraj kapıları sorun oluyor dedi. Burada kalay, tungsten, bakır ve diğer metal oluşumlar da var. Kısrak at sütü içiliyor, toksinleri atmada faydası oluyor diye ekledi.
Tepeden yürüyerek inerken yorgan ve yun yatak dolduran hanımları seyrettik. Fotoğraflarımızı çektikten sonra araçlarla öğle yemeği yiyeceğimiz “Taichy Valley” köyüne hareket ettik. (çırak)” Chyrak Village “öğlen yemeği yediğimiz evin bahçesinde ev sahibinin oğlu , (önceki Kırgızistan gezilerinden birinde Kaptan Tilek’ in babasının evinde) bize bilgi verdi. 10 at,10 inek, 30-40 koyunları olduğunu söyledi.
Evin bahçesinde ahırı, yiyecek depoladıkları yer altındaki odayı, fotoğraf çekmeden duramadığımız o güzelim elma bahçelerini, aralarında hindilerin gezdiği mor ,kırmızı çiçekleri, köpek kulübesinde sessizce oturduğuna kanmadığımız evin bekçisi köpeği, hayvan yemlerinin ,arpanın ,samanların olduğu asma katı, yine beni hayran bırakan ahşap çatıyı,
Nostaljik duygular içinde gözlemlediğim pencereden giren öğlen güneşi ışığının aydınlattığı köy evi mutfağını, evin sporcu kızının hediye ettiğimiz toplardan duyduğu mutluluğu yansıtan gülen gözlerini, kapı önünde fotoğrafını çektiğim al yanaklı evin küçük oğlunu ne ben ne de arkadaşlarım hiç unutmayacağız. İki odaya hazırlanmış yemekte her zaman olduğu gibi mis kokulu reçeller, bal, kaymak, karpuz, kavun, bizim bir şey dediğimiz kızartılmış hamur, bu sefer sarımsak soslu olmayan salata, şeker ve bisküviler, halka patlıcan üzerine domates, etli havuçlu pilav ve sofranın vazgeçilmezi siyah çay. Bize hizmet eden güler yüzlü ev sahipleri, kızlarına , yardıma gelen akrabalarına teşekkür ederiz. Ev sahibine verdiğimiz hediyelerden sonra konuk evinden ayrıldık. İsimlerini aklımda tutamadığım için ev sahiplerinden özür dilerim.
Karakol’a gelinceye kadar yol üzerinde geçtiğimiz köylerde ve Karakol’daki minik pazar gezmemizde kızarmış tavuk çeviren dükkanlar, meyvalar, karpuz,kavun, uzum,elma vs. sebzeler,giysi yöresel şapka ve bel kuşakları, hamur işleri, ekmek, yumurta satan satıcılar, rengarenk şekerlemelerin olduğu tezgahlar, el yapımı uzun saplı çalı süpürgelerini gördük ve orada yeşil taze sarımsağa soğana benzettiğimiz adının “Cusey” olduğunu öğrendiğimiz yöresel bitkiyi akşam yediğimiz çin yemeklerinde tatma imkanımız da oldu. Dursun bey bu kısa gezintide takkesini almayı ihmal etmedi.
Kısa pazar gezimizden sonra Rus Ortodoks kilisesini ziyaret ettik.
Ernist bey anlatımında; ”Rus imparatorluğuna dahil olduktan sonra askerlerin merkezi kontrol etmek istediklerini, Kilise inşa ettiklerini fakat depremde yıkıldığını, daha sağlam olarak 1895 yılında kilisenin yenilendiğini, dış kısmı küçük ahşap parçalar nal ile birleşerek,duvarlar ise eski Rus sistemi ile nalsız kilit sistemi ile inşa edildiğini ve kulelerinde rus ortodoks haçı bulunduğunu aktardı.
Eşyalarımızı konaklayacağımız evlere bıraktık. 1 grup erkekler birkaç bayan arkadaşımız ile merkezdeki eve konuk oldu , 2 grup iki evli çift ve bayan arkadaşlar yoldaki tadilat nedeniyle evin yolunu ancak taksi yardımıyla bir saat gibi zamanla ulaşabildiğimiz konuk evimiz, bahçe içinde nehirden akan suyu duyabilecek kadar nehre yakındı. Çevreye yaptığım küçük gezintide Amerika desteği ile nehir kıyısındakı yeşil alana park projesinin başlatıldığını gördum. Şehir merkezine yürüyerek gitme şansımız olmadığından iki taksi tuttuk, merkezi gezmek üzere yola koyulduk.
Issyk-kul-brand kooperatif mağazasında el yapımı keçe ürünlerine baktık. Kahvemizi içtik. Kasabayı, caddelerini dolaştık, ertesi gün tören yapılacak olan universitenin meydanında yürüyüş yaptık. Öğrenci kızlarımızın dans gösterilerini izledik. Fotoğraf çektirdik,sohbet ettik. Lenin heykelinin bulunduğu park ve okul bahçesinde ünlü kişilerin fotoğraflarının sergilendiği panoda okuyup bilgi edindiğim birkaç cümleyi aktarmak isterim. V.A.Pyanovskii; Karakol’da 1914 ilk at yetiştiren Anglo –türkmendir. At çiftliğini 1911-14 yılları arasında kurmuştur. Çiftçi Sadovaya 1997 yılında Gagarına caddesinde deri üretim yeri kurmuştur. Sovyet zamanında müslüman cami Issyk-Kul tiyatrosu idi. Dungan cami 1930 da oldu, 1912 de inşa edildi. Müslüman okulunun ilk öğretmenleri S.M.Nadyrshin, Z.Tairov, KH. Rahimov dur. Üniversite 1911 yılında inşa edildi jimlastik okulu olarak açıldı. Bugün ise öğretmenlerin kolejidir.(çeşitli dallarda öğretmen yetiştiriyor) 1925 den beri bu binada ulusal tv ve radio faaliyette. Gebze caddesinde ki çiftçi Priobrazhenskaya 1973 te .ı.o.abramov- halı,boya (mürekkep),inşaat boyaları, demir esya üretim yerleri kurmuş. Akşam yemeği saatine kadar vaktimiz olduğu için serbest zamanda sevgili Aksakal ve Ecemiz , Serpil hanım, Jale hanım, Zerrin hanım, rehberimiz Ernist eşliğinde bira içmek için “fat cat karakol “da önerilen “ARPA” birasını içtik. Biraz caddelerde dolaştık, marketten alışveriş yaptık. Buluşma yerinde akşam yemeği yiyeceğimiz “Dungan’s family”nin lokantasına gitmek üzere araçlara bindik. Çin yemekleri yiyeceğimiz bu lokantada her zamanki gibi sevgili Aksakalımız konuşması ile yemeğe başladık.
30 agustos zafer bayramı nedeni ile konuşmalar yapıldı. Grubumuzun büyüğü olarak Nigar hanım anılarını, babası ile ilgili savaş zamanını anlattı. Recep bey kızımız Ülke ile bayram anısını paylaştı. Ülke ‘nin bayram törenlerine verdiği önemi dile getirdi, duygulandık.
Lokanta sahibi Fadime hanım bize hoş geldiniz dedi. Atatürk şarkılarını, Vardar Ovası, İzmir yöresi efe türküleri söyledik. Zerrin hanım hem söyledi hem oynadı. Jale hanım Fikrimin ince gülünü söyledi. İzmir’in Kavaklarında koro yaptık. Ülke kızımız ve Türkan hanım kırmızı beyaz özel tshirtleri ile bayram havasını taşıdılar ortama. Geceye renk kattılar. Çanakkale içinde, Yemen türküsü söylendi. Suna hanım Sarı çiçek sarartır dağları dedi, Yüce dağdan bir yol ineri okudu yanık sesi ile. Ormancı’yı Zerrin hanım, Arda Boylarını koro seslendirdi. Peşpeşe gelen türkülerin ardından Türkan hanım 1936 depreminde ölen taze gelin-damat hikayesini anlattı Sivas Ağıtındaki.
Brokolili makarna, Cusey otlu salata, kızarmış tavuk,mantı,makarna,pilav, patlıcanlı salata,biber,kabak yemeği,tüm sebzeler ve votka eşliğinde hem sofra zengindi, hem türkülerimiz, şarkılarımız o akşam. Kutlamayı Dursun beyin fenerleri ile bitirmek isterdik ama geç vakit ve diğer konuklara daha fazla gürültü yapmayalım diyerek geceyi sonlandırdık ve araçlarımıza binerek evlerin yolunu tuttuk.
7. gün
Bokonbaevo Köyü’ndeki sıcak insanların sıcacık evinde güzel bir güne merhaba dedik. Bazı arkadaşlar uykuyu tercih ederken bazılarımız güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanan ve büyüleyici bir ziyafet sunan karlı dağlara doğru sabah yürüyüşüne çıktık. Uçsuz bucaksız bozkırlardan sonra yeşille buluşmak sanırım hepimize iyi gelmişti. Temiz havayı ciğerlerimize, muhteşem manzarayı ruhumuza çektikten sonra kahvaltı için geri döndük. Konuk odasına hazırlanan muhteşem kahvaltının ardından evlerini bizimle paylaşan güzel insanlarla vedalaşarak arabalardaki yerlerimizi aldık ve Karakol’a doğru yola çıktık.
Bir haftadır, ismen yanımızda olup, cismen uzaklarda olan Ernist nihayet aramıza katıldı. Daha da iyisi rapor günümüz olan bugün bizim aracımıza bindi. Araç hareket ettikten sonra Ernist bugünkü programı açıkladı. Karakola doğru yol alacağımızı, yolumuzun üzerinde Jety Oguz (Yedi Öküz) adı verilen kırmızı kayaları gezeceğimizi, yine aynı adı taşıyan köyde bir ailenin evinde yemek molası vereceğimizi, ardından Karakol merkezdeki pazar yerini ve Japonların projesi olan “Bir Köy Bir Ürün” adlı dükkanı gezdikten sonra konaklama yerimize varacağımızı söyledi.
Ernist yıl boyunca Kırgızistan’ın ve bağımsızlık öncesi Sovyetler Birliğinin sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı hakkında bilgi verdi. Yol üstünde, Sovyetler Birliği döneminde atom bombası yapımında kullanılacak uranyum madeninin çıkarılıp işlendiği bir köyden geçtik. Ernist bu dağlarda uranyum haricinde değerli madenlerin işlendiği gizli bir tesisin olduğunu, Sovyetler dağıldıktan sonra kapatıldığını söyledi. Ayrıca Issık Göl bölgesinin Kırgızistan’ın diğer bölgelerine göre turizme daha yatkın olduğunu, , turistik tesislerin bu bölgede yoğunlaştığını bu yüzden konuklarını daha çok burada ağırladıklarını da ekledi. Araçla ilerlerken yüksek bir tepede bağdaş kurup oturan bir manasçı heykeliyle karşılaştık. Ernist manasçıların bu ülkenin en önemli değerleri olduğunu söyleyerek Manas Destanı hakkında bilgi verdi:

Manas Heykeli
“Manas Destanı Kırgız halkı için çok önemlidir. Dünyanın en uzun destanıdır. Beş yüz bin satırdan oluşmaktadır. Kırgızların varoluş destanıdır. Tarihimizle birlikte kültürümüzü de destanımızdan öğrenebilirsiniz. Manas Destanını söyleyen insanlara manasçı diyoruz. Destan yazıya geçirilmeden önce değerli manasçılarımız sayesinde dilden dile, kuşaktan kuşağa sözlü kültür olarak aktarılmıştır. Manasçılar iki gruba ayrılır. Birinci gruptakiler Manas Destanını kitaptan okuyarak ezberler, hoşuna giden bölümlerini söylerler. İkinci ve bizim için önemli ve değerli olan gruptakiler ise Manas Destanını saatlerce, günlerce transa geçerek söyleyebilenlerdir. Bu gruptaki birçok manasçı başlangıçta manasçı olmayı hiç düşünmediklerini, manasçı olacaklarını gece rüyalarında gördüklerini ve ertesi günden itibaren okumaya başladıklarını söylerler. Manasçılıkta yaşla ilgili herhangi bir sınır yoktur. Her yaşta manasçı olunur. Bizim çok ünlü manasçılarımız vardır. Bunların başında Sayakbay Karalayev gelir. Önceleri Kırgızistan’da okuma yazma oranı düşüktü. Bolşevik Devriminden sonra eğitime çok önem verildi ve birçok insan eğitildi. Bunlardan biri de Sayekbay Karalayev’dir. Manas Destanı ilk kez Karalayev’in sözleriyle baştan sona yazılı kayıt altına alınmıştır. Sonrasında birçok manasçı destanı söyleyip yazsa da Kırgız halkı için en değerli kitap Sayekbay Karalayev’in kitabıdır. Günümüzde de bizim için çok çok önemli olan manas destanını söyleme yarışmaları düzenleniyor. Genellikle yaylalarda, yurtlarda günlerce süren törenler yapılmakta ve gelenek sürdürülmektedir.”
Kırgızistan hakkında bilgi vermeye devam eden Ernist, 2010 yılında devlet başkanı Bakiyev’in diktatörlüğüne karşı yapılan ayaklanmada yaşamını yitiren 78 kişi hakkında bilgi verdi. Kırgızların Bakiyev’i ülkeden gönderene kadar ölümü göze alarak direndiklerini, Kırgızların baskılara, keyfiliklere, haksızlıklara asla boyun eğmediklerini söyledi. Ernist, Bakiyev ülkeden kaçtıktan sonra başkansız kalan Kırgızistan’da seçim yapılana kadar geçici bir başkan arandığını ama kimsenin bu sorumluluğu almak istemediğini, bunun üzerine Sovyet Dışişleri bakanlığında çalışan Roza Otunbayeva adındaki Kırgız kadının “hepiniz erkeksiniz ve korkuyorsunuz, ama ben korkmuyorum diyerek gelip görevi üstlendiğini anlattı. Bakiyev’den sonra da iki başkanı görevden aldıklarını söyleyen Ernist, bu yıl seçim yapılacağını ve bir çok aday olduğunu, kimin kazanacağına dair de tahminde bulunamadıklarını söyledi. Ayrıca Kırgızların kötü yönetimi asla kabul edemediklerini, bunu da eski hanlık dönemindeki yönetim geleneğinden kaynaklandığını söyledi. Hanların seçimle geldiğini, boylarının dağınık olduğunu, bu boyların kötü yönetildiklerini hissettiklerinde başka bir hanın yanına gideceklerini veya yeni bir han seçeceklerini her hanın bildiğini ve ona göre davrandıklarını, bu yüzden halka iyi davranmayan başkanların hiç şanslarının olmadığını da ekledi.
Issık Göl suyunun içilip içilmediğine dair soru üzerine Ernist; “Gölün suyu hafif tuzludur insanlar değil ama hayvanlar için gölün suyu çok önemlidir. Su tuzlu olduğu için çobanların hayvanlara ayrıca tuz vermelerine gerek kalmamaktadır. Ayrıca yün için olan koyunların bu sudan içtikleri zaman yünlerinin daha yumuşak olduğu söyleniyor. Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında işsizlik arttı, insanlar balık tutarak geçimlerini sağlamaya çalıştılar. Bilinçsiz avlanma neticesinde balık azaldı. Kırgızlar 1800’lere kadar balık tutmayı bilmiyorlardı. Bu yıllarda bu bölgeye yerleşen Ruslar ilk kez gölden balık tutmaya başladılar. O dönem balıklar elle tutulacak kadar çokmuş.1900’lü yıllarda uzmanlar gölde balığın çok olduğunu fakat çeşidinin az olduğunu söyleyerek, göle Ermenistan’ın Sevan Gölü’nden alabalık getirerek bırakmışlar. Alabalıklar yerel balıkları yiyerek onları yok olma eşiğine getirdiler.” diye devam etti.
Ernist yolculuk boyunca Kırgızistan hakkında sorulan sorulardan memnun olduğunu, konuklarına merak ettikleri her konuda bilgi verme gereği duyduğunu söyleyerek, bir arkadaşıyla gittikleri Gürcistan turunda rehberin hiçbir şey anlatmadığını, birçok sorularının cevapsız kaldığını, rehberin sürekli kendilerini sarhoş etmeye çalıştığını, bir daha Gürcistan’a gittiklerinde içkiye dayanıklı ya da içmeyen bir rehber talep edeceklerini söyleyerek bizi güldürdü.
Yine anlattığı karpuzcu fıkrası da bizi epey güldürdü. Şöyle ki; satıcının biri karpuz tezgahına karpuzların tanesi 3 som üç tanesi 10 som diye yazmış. Alıcı bu yazıyı görünce satıcıya ne kadar zeki olduğunu göstermeye çalışmış. Önce bir karpuz alıp 3 som vermiş. İkincisini almış 3 som daha vermiş. Bir tane daha almış 3 som daha vermiş ve adama dönerek, “Sen bu işi hiç bilmiyorsun. Sen üç karpuzu bana 10 soma vermek istedin ama ben 9 soma aldım demiş.” Mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Adamın arkasından satıcı “Asıl salak sensin, ben işimi çok iyi yapıyorum. Sen bir karpuz almaya geldin ama üç karpuz aldın “der ve güler.
Yine Kırgızistan düğünleri hakkında sorulan bir soru üzerine Ernist Kırgızistan’da düğünlere çok önem verildiğini ama ekonomik olarak oldukça külfetli bir iş olduğunu, düğünlerde at kesmenin gelenek olduğunu, bunu da her ailenin karşılamakta zorlandığını ve borçlandığını söyledi. Kırgızlarda komşu ve akrabalar arasında rekabetin –bizde olduğu gibi- çok fazla olduğunu söyleyerek bu konuyu da bir fıkrayla taçlandırdı.
Şöyle ki;
Komşusunun yeni mobilya aldığını gören kadın kocasına eski mobilyaları attırıp yenilerini aldırır, kısa bir süre sonra komşu yeni araba aldığında kadın kocasına krediyle araba aldırır. Aradan epe zaman geçer. Bir gün kadın eve geldiğinde kocasının mutlu bir şekilde evde oturduğunu görür ve nedenini sorar. Bunun üzerine kocası “Biliyor musun bizim komşu ikinci kadını aldı” der.
Fıkradan sonra yolumuzun üzerindeki “Yarık kalp (kırık kalp)” denen kayanın önünde durduk. Gerçekten de kalbe benzeyen kaya tam ortadan ikiye ayrılmış olarak karşımızda duruyordu. Değişik açılardan fotoğraflar çektikten sonra Yedi Öküz kayalarına gitmek için araçtaki yerlerimizi aldık.
Yedi Öküz kayalarının olduğu yere geldiğimizde çok güzel bir manzarayla karşılaştık. Kızıl dağları ikiye ayıran yemyeşil vadinin yamaçlarına doğru uzanan çam ağaçları müthiş bir görüntü oluşturuyordu. Kızıl kayaların karşı tepesine kısa bir yürüyüş yaptık. Tepeye çıktığımızdan gördüğümüz manzaranın tarifi yoktu. Kayaların sayısı konusunda anlaşamasak da – ki bize daha fazlaymış gibi geldi- Ernist tam karşıdan bakıldığında yedi öküz başı görüldüğünü söyledikten sonra Yedi Öküz efsanesini anlattı; Efsaneye göre eski zamanlarda bu bölgedeki en güzel yaylada bir han yaşarmış. Komşu hanın da güzel mi güzel bir karısı varmış. Bizim han komşu hanın karısını kaçırmış ve hemen düğün hazırlıklarına başlamış. Yedi tane öküz kestirip, kazanlarla ateşe su vurdurmuş. Hazırlıkların sürdüğü sırada boyun ak sakalları hana bu düğünün olamayacağını çünkü komşu hanın kendilerine savaş açacağını ve iki tarafın da büyük kayıplar vereceğini söylemiş. Bunun üzerine kötü kalpli han, kendisine yar olmayan kadının kimseye yar olmayacağını söyleyerek kadını öldürmüş. Tanrılar onu anında cezalandırmışlar. Yukarıdan sular akıtmışlar. Öküzlerin kanı suya karışınca su kızıla kesmiş. Geçtiği her şeyi kızıla boyayan su, hanın boyunu önüne katarak göle sürüklemiş. Geriye sadece kesilen öküzlerin taşlaşmış bedenlerinden başka bir şey bırakmamış. Bu efsane de böylece anlatılagelmiş.
Ernist, kayaların karşısında inşa edilen, eskiden yapılmış binalar gösterdi. Bu dinlenme tesislerinin Sovyetler Birliği zamanında şifa amaçlı kurulduğunu, buradaki ağaçların havayı çok çabuk temizleyen, bakterileri öldüren özelliğinin olduğunu, bu özelliğinden dolayı özellikle uzaydan gelen astronotların dinlenmesine ve güç toplamasına uygun olduğunu söyledi. Yuri Gagarin de dahil olmak üzerek pek çok astronotun uzaydan gelir gelmez buraya getirilip tedavi edildiğini söyledikten sonra öğle yemeği için Yedi Öküz köyüne doğru yol aldık.
Gittiğimiz ev Ernist’ in çalışma arkadaşlarının ailesine aitti. Ernist yemekler için konukevleri ve aile evlerini tercih etme nedenlerini, Kırgızistan’da yeterli otel ve tesis olmamasının yanında misafirlerin halkın yaşayışına tanık olmalarını istediklerini, ondan da önemlisi ailelere az da olsa ekonomik katkı sunmak istediklerini söyledi. Yemekten önce evin yetişkin oğlundan hayvancılıkla ilgili bilgiler aldık. Doğal buzdolabı soğuk hava deposunu gezdikten sonra yemeğe geçtik. Kırgızistan’da gördüğümüz bütün elmalar gibi bu bahçenin elmaları çok güzel tutmuşlardı ama bişmelerine yani olgunlaşmalarına daha zaman vardı. Yemek hoş sohbetler eşliğinde geçti. Ernist doğal koruma alanlarından bahsetti. Belli noktalara ses ve harekete duyarlı fotoğraf makineleri yerleştirdiklerini, geçen hafta makinalardan birinin kar leoparının fotoğrafını çektiğini, parkta kar leoparı, marko polo dağ keçileri, kartallar ve daha pek çok yabani hayvanın yaşadığını söyledi. Yemekten sonra köydeki çocuklara hediyeler dağıttık. Ev sahiplerimizle vedalaştıktan sonra araçlara bindik ve karakola doğru yol aldık.
Karakola vardığımızda ilk işimiz döviz bürolarında para bozdurmak oldu. Ardından Japonların başarılı bir projesi olan “Bir Köy Bir Ürün” mağazasına girdik. Herkes zevkleri ve ihtiyaçları çerçevesinde alışverişini yaptıktan sonra Rus Ortodoks Kilisesine doğru yol aldık. Yol boyunca çok güzel ahşap süslemeli tarihi evler gördük. Ruslar Karakol’a girdikten sonra burada askeri bir üs ve yerleşim yeri oluşturmak istemişler. Bu amaçla ilk yaptıkları iş bir kilise kurmak olmuş. İlk kilise depremde yıkılınca 1895 yılında bugün ziyaret ettiğimiz kiliseyi inşa etmişler. Dış cephesi kilit sistemiyle birbirine geçirilen ahşaplardan oluşan kilisede metal hiçbir şey kullanılmamış. Müthiş bir işçilik ve estetiğe sahip olan kilisenin içini dışını gezdikten sonra konaklayacağımız evlere gittik.
Oteldeki dinlenmenin ardından, akşam yemeği için bir Dungan evine konuk olduk. Önümüzde duran sofra hem yemek çeşidi hem de lezzetleriyle tam bir ziyafetti. Çin mutfağının en güzel lezzetlerini bize tattırdığı için Fatima’ya ve eşine çok teşekkür ettik. Yemek sonrasında 30 Ağustos Zafer Bayramı vesilesiyle şarkılı türkülü uzun ve keyifli bir kutlamanın ardından evlerimize dağıldık.
8.Gün
31 Ağustos günü kaldığımız güzel evlerden “Yine geleceğiz.” diyerek ayrıldık. Kimimiz yürüyerek kimimiz minibüsle Karakol Meydanı’na ulaştık. 31 Ağustos Kırgızların Bağımsızlık Günü. Bu yıl 25. yıldönümünü kutladılar. Biz de törenleri izlemek adına meydanda buluştuk. Her ne kadar zaman sorunumuzdan dolayı törenleri izleyemesek de her yaştan çocuk ve gençlerin katıldığı bisiklet yarışlarına tanık olduk. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki Tour de Karakol çok tatlı, çok içtendi. Herkes evindeki bisikletini almış gelmişti. Ortada anlamsız bir hırs olmayınca yarışması da izlemesi de zevkliydi.
Daha sonra meydandan uzaklaşıp bizi alacak kamyoneti beklemeye başladık. Bir de geldi ki devasa bir canavar adeta. Hepimiz içine doluştuk ve Altyn Arashan’a olan yolculuk başladı.
Her ne kadar yolda kusanlar olacak kadar sallantılı ve heyecanlı bir yolculuk olsa da Rusların efsane kamyoneti Kamaz ile yapılan bu yolculuk kesinlikle unutulmaz bir deneyimdi. Kamaz adeta adım atarak koca koca kayaların ve derelerin üzerinden geçerek hepimizi hayrete uğrattı.
Akıl almaz yolculuğun ardından sonunda Altyn Arashan’a, güzeller güzeli vadiye vardık. Her ne kadar kamyon yolculuğu eşsiz olsa da yol boyu at ile bizimle aynı noktaya ulaşmaya çalışan insanları gördükçe insanın aklı kalmıyor değildi. Kimimiz o güzel yemyeşil ormanda at ile gitmek kim bilir ne güzel olur diye düşünürken kalan kısmımız ise hem ata hem de kamyon yolculuğuna doymuş bir şekilde güzel ağaçların gölgesindeki tesisimize bakıp derin bir nefes verdi.
Tesiste odalarımızı paylaşıp eşyalarımız yerleştirdikten sonra güzel bir öğle yemeği yedik. Yemeğimizde bol bol domates salatalık vardı ve hepsinin tadı damağımızda kaldı. Daha sonra rehberimiz Ernist Bayke ile beraber bir yürüyüş yapmaya karar verdik.
Böylece yorgun olmayan 12-13 kişi tepelere doğru bir patika yürüyüşü yapmaya karar verdi. Sol tarafınızda nehir sağ tarafınızda sık ormanlarla giden bu yolda yürüyüş oldukça keyifli ve hiç de zorlu değildi. Ancak duyduğumuza göre bu yol gittikçe zorlaşıp ve biraz da dikleşip “Ala-kol” a varıyormuş. Ala-kol’un manzara fotoğraflarına baktıktan sonra her ne kadar aklımız kalsa da “bir dahaki sefere” diyerek boynumuzu büktük.
Döndüğümüzde ise yorgunluğa birebir bir sürpriz bizleri bekliyordu: Kükürtlü sıcak termal su. 3-5 kişiyi ancak alacak kadar büyük olan bu termal havuz öylesine güzel ki. Aklınıza Oylat Kaplıcaları gibi mermer döşemeli çeşmeli bir yer gelmesin. Tamamen doğal ve orijinal. Ama tavanındaki açıklıktan sürekli hava girişi olmasına rağmen kükürt kokusu o kadar ağır ve belirgin ki 15-20 dakikadan fazla kalmanızı kesinlikle tavsiye etmiyorlar. Ayrıca sıcak su ile duş da alabiliyorsunuz.
Kaslarımızı pamuk gibi gevşeten bu güzel deneyimden sonra herkes o kadar rahatlamış ve sakin hissediyordu ki bir an önce uyuyasımız vardı diyebilirim.
Yine bol kepçe ve lezzetli olan akşam yemeğimizi yedikten sonra diğer akşamlarda olduğu gibi uzun, güzel, şarkılı türkülü sohbetlerimiz pek uzun sürmedi. Çok geçmeden herkes masadan kalkıp uyumaya çekildi.
9.Gün
Bugün 01.09.2017, gezinin 9. Günü. Rapor görevi Hülya Rodoplu ve Türkan İlhan’ın. Altın Arashan’dan Karakol’a bir günün hikayesi.

Altın Arshan
Günün raporuna geçmeden önce Hülyacım gezi ile ilgili genel izlenimlerini alabilir miyim?
Geldiğimiz günden bu yana tanık olduğumuz gelenek görenek, doğa, yayla kültürü ve yaşamı, yılkı sürüleri, koyunlar, yalnız çobanlar, başı karlı yüce dağlar, dimdik yamaçlar, bozkır, Song Kul Gölü, dağlardan akan pırıl pırıl dereler, uçsuz bucaksız otlaklar ve muhteşem sonbahar ve muhteşem bozkır renkleri, geceleri elimizi uzatsak değecek kadar yakın duran yıldızlar, Bişkek’teki tarihi yapılar ve anıtlar beni benden alıp farklı bir boyuta taşıdı diyebilirim.
Bu anlatımına fotoğraflarla destek vermeye çalışacağım. Lenin Peak zirvesinin ayağına gidip, ihtişamını görüp yürüyememek gibi bir sıkıntı yaşamıştık. O anıları da tazelemek adına ilk önce Lenin Peak’ten fotoğraflar paylaşmak istiyorum.
Bulunduğumuz yükseklik 3.600 mt, dağın yüksekliği kimi kaynaklarda 7.150 mt, kimi kaynaklarda da 7.134 mt. Lenin Peak yani Lenin Zirvesi’nin diğer adı Kominist Zirve’dir. Gidenin pek dönmediği bir zirve. Ya Tacikistan’a geçmeyi başarıyorlar ya da bu zirvenin bir yerlerinde yatıyorlar sonsuz uykularına.
Lenin Peak, tarihi İpek Yolu üzerinde, Pamir Dağları’nın en yüksek zirvelerinden biridir.
Song Kul Göl, sonbahar renkleri ile bizi karşıladı. Hülya’nın yalnız çobanı olmasa da küçük kız çobanı görüntülemeyi başardık gibi. Sonsuzluk duygusu veren bozkırda at sırtındaki arkadaşlarımız bir hayli coşkun şekilde yol almışlar. Ufuktaki dağların içine girip kaybolacaklarmış hissi veriyorlar. Koyun sürüleri de koyalım ki sadece güzel atların ülkesi olduğu düşünülmesin.
Ancak ne tuhaf hiç yabancılık çekip yadırgamadığımı , şaşırmadığımı fark ediyorum. Eğer hisler, duygular ve görüntüler genlerle aktarılıyorsa, sanırım atalarımızdan getirdiklerimiz nedeniyle böyle hissediyorum. Hatta ilk manzara resmi çizmeye başlayan çocukların keskin dağlar , nehir ve akan dereler çizmelerini buradaki gerçek görüntülerle eşleştiriyor beynim. Bozkırda duyduğum kokular bile çok tanıdığım kokulardı. At sürülerinin, koyun sürülerinin yanından geçerken ya da tezek toplarken, kokular inanılmazdı. Seni çok iyi anlıyorum. Ben de geçen yıl aynı coşku ve şaşkınlığı yaşamıştım. Bu duygularını geçen yıl çektiğim bazı fotoğraflarla görsele dönüştürmek istiyorum. Raporda bu yıl gezdiğimiz yerlerin fotoğrafları yeterince yer alacak ne de olsa.
Bakmayın Ülke’nin zirveyi parmağı ile gösterdiğine. Zirve 7000 mt.’nin üzerinde. Biz 4.000 mt’ye kadar yürüyebildik . 2. Fotoğraf bizim topladığımız tezeklerden olmasa da tezek tezektir. Üstelik bunlar Kırgızistan’daki Sarı Moğol köyünün tezekleridir… Yanan tezeklerle bacası tüten kerpiç evin önünde bir bozüy var üstelik.
Tezek toplamak başlı başına farklı bir aktiviteydi. Geceyi sıcak bir çadırda geçirmemizi sağladığı gibi sabah da sıcacık bir ortama uyanmamızı sağladı. Fırsat varken bu deneyimi yaşayamayanlar adına üzgünüm şahsen. Bir de şaka niyetine de olsa o gün için hazine değerinde olan tezekleri çalana ne demeli? Ya da İlyas’ın tezek sevincinize şaşkınlığını Suna’dan dinlemenin zevki unutulabilir mi hiç?
Mümkün değil, unutulmaz. Durmaksızın akan ırmakların sesi muhteşem. Unutulmaz deneyim benim için sabah beş sıralarıydı. Song Kul’daki son gecemiz ; sabahın ilk ışıkları Bozüyden sızıyor, birden yerde bir titreşim ve uğultu ile uyanıyorum. Anlıyorum ki yılkı sürüsün sesi, sanki film setlerinden bir sahne… İnanılmazdı!.. “
Bozüyden sızan Dursun abinin ışığı olmasın J
Bu tanıdık kokulardan sessizlik içindeki aslında doğanın muhteşem ses ve görüntülerinden artık uzaklaşmıştık. Song Kul, Aladağlar, atlarla aştığımız geçitler ve sarp kayalıklar, elimizi uzatsak değeceğimiz yıldızlar hafızamızda. “
Çok güzel tanımladın, belki de çoğumuzun duygularına tercüman oldun. Biraz da güne dönelim istersen. Arada diğer günlere atıfta bulunmak serbest bu arada. Tarihe notumuzu düşelim yeter ki.
Bugün Kırgizistan’daki dokuzuncu günümüz artık gezimizin yavaş yavaş sonuna yaklaşıyoruz. Karakol’da, Altın Araşan’dayız … 01.09.2017 Kurban Bayramının 1. Günü , ayrıca Dünya Barış Günü . “
Bir çoğumuz Altın Arashan’da akşamdan sobayla ısıtılmış kulübelerde kaldık. Bozüylerde erkekler ve tercih eden bazı bayan arkadaşlarımız kaldı. Benim ve sanıyorum diğerlerinin de akşamdan içini bir kıpırtı sarmıştı. Herkesin sıkça duyamayacağı deyişler ve türküler söylenmişti. Benim yüreğimi, hala pır pır çarpmasına neden olan aslında yarınki bayram sevinciydi. Aslında sevdiklerimizden uzakta kutlanacak biraz hüzün biraz heyecan yaşıyorum ve uykuya böylece dalmıştım.
Gece sesini dinleyerek uyuduğumuz ak-su ile konakladığımız ahşap odalar ve bozüyler.
Sabah yine erkenden uyandık. Orta Asya’da da olsak geleneklerimizi yaşatmalıyız değil mi ? Bayram sabahı ve bayramlaşma vakti.
En büyüğümüz Nigar hanım en başta, yanında Kırgız geleneklerine uygun olarak Aksakal ve Ece’miz en sonda da en gencimiz Ülke yerimizi aldık. Sırayla büyüklerin ellerinden , küçüklerin gözlerinden öperek kucaklaştık, bayramlaştık. Bayramların en sevdiğim zamanları bayram sabahları evlerimizden çok uzak bir coğrafyada yine neşeli, bol kahkahalı bayram sabahı .
Aksakal Ülke’ye bayram harçlığı verdi, ağanın eli tutulmaz misali. Bu arada aga ve ağalardan bir şey görmedim galiba, çaktırmadan mı verdiler acaba…Ellerini öpmemekle hata mı ettik yoksa!…
Dursun Abi’den 200 com bayram harçlığı bile aldım. Ben de almak istemese de adet diyerek Ülke’ye verdim. Bu yaşta bile içimizdeki çocuğu sevindiren Dursun Abi’ye teşekkürler.
Ama 200 comu önce bana verdin. Ben de sevinçle Ülke’ye gösterdim. Sonra iade ettim, Ülke’ye ondan sonra ulaştı. Demek ki ağa harçlık vermiş. Mutluluk zinciri oluştu bir anda.
Bu arada sen kahvaltıyı anlatmadan araya gireceğim müsaadenle.
Dünya Barış Günü ve Bayram sabahına saat 05;30 civarı uyandım. Önceki gün Altın Arashan’a vardığımızda oda ve çadır dağılımı yapıldı. 8 bay ve 4 bayan’a çadır, 12 bayana da 6’lı kalınacak 2 oda tahsis edildi. Bayların çadırına Ernist, bayanların çadırına Asel ilave oldu.
Çadırda kalanlar arasındaydım. Bir ara Ayşenur’a bakmak için çadıra gittiğimde bir farenin Ayşenur’un yatağının ardına doğru gidip gözden kaybolduğunu gördüm. Tarla faresi değildi, küçüktü. Belki de yavruydu bilemem. Bir hareketlilik olduğunda ürkmesin diye çadırda fare olduğunu söyleyiverdim. Neyse ki korkmuyor Ecemiz. Eeee Ece olmak kolay mı!…
Farenin varlığını unutuverdik anında fakat benim için ciddi sorun var; çok yoğun nemli toprak kokusu!. Kokulara alerjim var biraz da astımal rahatsızlığım düşünülünce zor bir gece olacağı kesin. Ama akşama çok var deyip önemsemedim.
Birkaç saat sonra gün batımına doğru hava iyiden iyiye soğuyunca çadırda soba yanıyor mu diye kontrole gittim. 5 dakikadan fazla kalamadım. Koku nefes aldırmıyordu. Bu geceyi çadırda sağ çıkarmam mümkün görünmüyordu. Ya yoğun kokudan öksürük nöbetim tutarsa… Sadece kendim değil, obada kimseyi uyutmam korkusu sardı.
Ernist ile sohbet esnasında durumdan bahsedince; nehrin karşı tarafında 4 kişilik bir oda olduğunu, istersem oraya bizi nakledebileceğini söyledi. Fakat biz 5 kişiyiz. Bir de çadırdaki arkadaşların eşleri yan çadırda, ortak çanta kullanıyorlar. İhtiyaç halinde malzemelere ulaşmaları sıkıntılı olacağı için teşekkür ettim. Yine de alternatif yeri çadır arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Fakat, son çadır deneyiminin özellikle tercih edildiğini duyunca vazgeçtim. Sağlık durumum nedeniyle odalarına davet eden bayan arkadaşlara teşekkür ederek, payıma düşen yerde kalmayı tercih ettim. Odalarda da havasızlıktan nefes alma sorunu yaşayabilirdim. Her odada 6 kişi kalıyor, 3 ranza mevcut ve sobalar gürül gürül yanıyor. Çadır daha havadar bu durumda.
Hava ayaz mı ayaz. Çadırlarda konaklayanlar için sabahı etmek zor … Korkulanın aksine ayaz sabaha sağlıkla çıkmamı sağladı. Aşırı soğuktan toprağın nemli kokusundan eser kalmadı. Üşümenin çaresi var ama nefessiz kalmanın yok maalesef. Üşüme için tedbirliyim, yorgan ve içlikler, başımda kışlık bere yeterli oldu.
Uyandığımda Şerife ayaktaydı. Kısa bir turdan sonra soğuğa dayanamamış çadıra geri dönmüştü. Bir de ben şansımı deneyeyim dedim. Fakat dayanılır gibi değil. Kırağı düşmüş toprağa. Manzara harika. Biraz açıldıktan sonra ben de döndüm. Güneş daha ufuktan doğmamış, sadece hava aydınlanmıştı.
Çadıra döndükten sonra gürültü yaptık herhalde ki Dilek uyandı. Şerife “ sobayı yakayım mı Türkan “ deyince çok mutlu oldum. Zira bende ateş yakacak kibrit veya çakmak yok. Bari diğer arkadaşlar sıcak ortama uyansınlar. Şerife ile sohbetimiz Ayşenur’u da uyandırdı.
Şerife sobayı yakmaya çalıştı, mümkün değil. Sonunda mekan sahiplerinden destek almak zorunda kaldı. Onlarda gazyağı vardı, hemen tutuştu. Şerife de körükledi, ısındı bozüyümüz.
Şerife soba ile uğraşırken Asel’in alarmı çalıp durdu ama Asel’de hiç hareket yok. Çadır boşalınca uyandırmak istedim, uyanmadı. Dışarda Ernist’le karşılaşınca Asel’e ihtiyacı olup olmadığını sordum, biraz daha uyuması için. Hasta mı acaba diye de endişemi belirttim. Ernist “Çadır müsait değildir, siz ilgilenir misiniz, uyandırın “ dedi. Tekrar gittim, uyandırdım. Bırakmadım uyusun. Ama sıcak çadıra uyandı.
Biz bayramlaşana kadar Asel hazırlanıp aşağıya inmişti. Ernist ile hemen kahvaltı servisine başlamışlardı, biz de yemeye başlamıştık. Hepimize afiyet olsun.
- Bayramlaşmadan sonra kahvaltıya geçtik. Bugün kahvaltıda karabuğday, yumurta ve sosis var. Ben bu buğdaylı yumurtalı kahvaltıya bayıldım.
- Farklı bir lezzet tattık demek yerinde olur sanırım. Farklı lezzet farklı sohbetlere de yol açtı ve kahvaltı nasıl bitti anlayamadık.
Ancak zaman kısıtlı ve programa uymak zorundayız . Yavaş yavaş eşyalarımızı toplayıp devasa KAMAZ ile Altın Arashan’dan Karakol’a dönüş için yola çıkacağız bugün.
Kamaz demişken Recep abinin ilgili notundan buraya alıntı yapalım. Ne yazmıştı Recep abi “
KAMAZ fabrikası Sovyetler Birliği döneminden Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nde kurulmuş ve bu kelime KAMSKY AUTOMOBILE ZAVOT , yani KAM OTOMOBİL FABRİKASI kelimelerinden türetilmiş ve bu şekilde marka haline getirilmiştir.” İlgimi çeken bir diğer açıklaması da “Yörük ve Türkmen boylarının yoğun yaşadığı Anadolu bozkırlarında KAMAZ kelimesinin karşılığı olarak karşımıza “ kasırga, şiddetli yel “ kelimesi çıkar.” dediği kısımdı. Kasırga gibi savurdu, yel gibi uçurdu bizi Kamaz. Anadolu’daki tanım çok güzel anlam bulmuş bulmasına da Ruslar’ı mı? tebrik etmek lazım, Anadolu’daki Yörük veya Türkmenleri mi? bilemedim. Ortak çalışma olsa bu kadar uyum olurdu. Kelime anlamı ile aracın vasıfları tamamlıyor birbirini.
Şahsen Kamaz ile düz ve boş yolda ilerlemek ister miyim? bilmiyorum. Recep abi pek hevesli olarak “ KAMAZ kamyon da yel gibi uçar, siz onunla düz ve boş yolda yolculuk etseniz bir kere.” dese de herkesin harcı olmadığını düşünüyorum. Bence en uygun koşulda Kamaz’a bindik ya da deneyimledik. Fazlası zarar gibi görünse de tekrar binmekte sakınca görmem şahsıma…
Toparlanmayı erken bitirenler oturmuş sohbet ediyor. Dursun abi kahvaltısından arta kalan sosislerle yurttaki köpekleri besliyor. Her zaman her yerde bu can dostlarımız için yapacak bir şeyler var. Ayrıca Türkan’dan aldığımız küçük bir tüyo var, çifte doğum günü kutlayacağız.
Recep bey bu günün organizasyonu hakkında bilgi paylaşıyor. Grup ikiye bölünecek geri dönüş yolunda. Yürüyüş yapacaklar ve arkadan Kamaz ile gelerek gruba katılacaklar ayrılıyoruz. Yola KAMAZ ile devam edecekler Serpil Abla, Nigar, Bedriye ve Ümran Hanımlar ,Selçuk ve Recep Beyler ile CULDUZ ( Kırgız’ca da Yıldız).
Yürüyenleri yolculayan ekip ile nakil aracımız Kamaz’ı da içine alan konaklama yeri fotoğrafları Dilek Dinçel Aslan’dan, teşekkürlerimizle.
Bir de Ernist kalanlar arasında. Yürümeyi tercih edenler 18, Kamaz ile gelecekler 8 kişi. Kalanlar ardımızdan el sallayıp bizi yolculadılar. Ama ardımızdan su döken yok. Dursun abi kalsaydı kesin su dökerdi. Neyse, çağlayarak akan suyu arkamızdan dökülmüş varsaydık. Yol boyunca da arkadaşlığını bizden esirgemedi akan sular. Yürümek isteyenler çantalarını Kamaz’ın yanına bırakarak, Ülke önde bizler arkada yürüyüşe geçtik. Öncümüz Ülke, artçımız Asel.
Sonradan anlıyorum ki Recep Bey ve sevgili arkadaşım Yıldız; bu devasa boyutlu, lastikleri adeta dev bir örümceği andıran kayalara aşarken örümcek gibi tutunan bu kamyonla (Kamaz) biraz daha farklı deneyim yaşamaya devam etmek istiyorlarmış. Belki biraz daha kaplıca keyfi yaşanıyor.
Konaklama yerimize son bir kez bakıp fotoğrafladık. Geride kalan arkadaşlarımız artık görünmüyorlar. Yolumuzun üstünde yön levhası, nereye yön göstermiyor ki. Yönümüzü Moskova’ya çevirsek de New York’u da aynı yönde gösteriyor. Bir de İstanbul’u göstereydi iyi olurdu hani.

Remzi Şahinoğlu fotoğrafıdır, teşekkürlerimizle
Dün kamyonla geldiğimiz yer yer kocaman taşlarla dolu olan yolu ve tepeleri aşacağız. Hava oldukça güneşli. Manzaranın güzelliğini, şehrin seslerinden uzak sessizliği, doğanın muhteşem sesini duyarak yolumuza devam ediyoruz. Sonbahar’ın güzelliklerinin içinde sessizce yürüyoruz her birimiz. Bir ara arkama bakıyorum ben de.. Başı karlı dağlar ve nehrin sesi “hep burada kal “ diyor sanki bana.
Aralıkla dinlenerek muhteşem manzarada yol almaya devam ediyoruz. Yanımızdan bazen arazi araçları ile geçen diğer turistlere el sallayıp selamlaşıyoruz. Dünyanın neresinden gelirsek gelelim bu dağlarda ortak güzellikler olan ağaçları görmek, nehrin sesini duymak, sonbaharın muhteşem sarı, kırmızı yeşil renklerini paylaşmanın mutluluğu yansımış hepimizin yüzüne aslında..Yolda bazen taşların arasında inatla yaşama tutunmuş kır çiçekleri selamlıyor bizi.
Yüksek dağların arasına sıkışmış bu yeşil vadide çağıldayan ak suların coşkusuna… Kükürt kokusu rahatsız eder diye uğramadığım ama bir hayli rağbet gören kaplıcalarına… Su kıyılarında otlayan atlarının asil duruşuna… Durmak bilmez trekkingci turistlerin geçişine… Vadinin sonu mu başlangıcı mı bilemediğim karla kaplı buzul zirveye… Bembeyaz zirveye sırtını dayamış mor zirvelerden oluşan dağ silsilesine… Mor dağların önünden yükselen köknar ağaçları ile yeşile bürünmüş yem yeşil dağların doruğuna… Selam olsun Altın Arashan’a, Altay Kamlarının duasından mini minnacık bir pasaj ile vedalaşma vaktidir;
Dolaştığın bu yurt rahat olsun! Böylece kendi obama döneyim diye düşünüyorum. Yer üstünde, yüzünde ne kadar halk varsa o kadar iyilik versin. Şimdi obama dönüyorum “
Bu kadar güzel görsel şöleni geçen yılki Kırgızistan gezimizde Sarı Çelek bölgesinde görmüş ama doyamamıştım. Bir gün mutlaka tekrar görmek isterim. O geziden içimde kalan duyguyu burada yani Altın Arshan’da yaşama imkanım var. Gezebileceğim kadar gezip manzarayı içime doldurdum tüm güzellikleri ile… Arkadaşlar da farklı hissetmemişler anlaşılan. Öyle sıra halinde veya menzile yetişir gibi değil de, adeta doğaya serpile serpile yürüdük…
Sarı-Çelek Gölü Batı Kırgızistan’ın Celal-Abad İlinde bir dağ gölü ve dirimyuvarı koruma alanıdır. Bölgede bir sürü küçük göller var. Göl kuzeybatıdan güneydoğuya doğru 7,5 km uzanır ve Orta Asya’da derinlemesine üçüncüdür. Kuzey kıyıları gür ormanlı dağ kütlesi ile kaplıdır. Aralık sonunda donar ve Nisan ayında buzlar erir. 1,873 m yükseklikte yemyeşil bir görsel şölen.
Sarı Çelek Yaylası’ndan birkaç görüntü.
Geçen yıl Karasu köyünden dağları, vadileri aşarak bu yaylaya at sırtında ilk yolculuğumuz yapmıştık. Öyle böyle değil, yayan gitmeyi göze alamayacağımız noktalardan bile deneyimsiz biniciler olarak at sırtında gittik. O görsel şöleni görüntüleyebilmek için acemi binici olduğumu düşünmeden at sırtında fotoğraflamaya çalışmıştım. Yukardaki fotoğraflar bunlardan birkaç kare, gerisi bende…
Bazı arkadaşlarımız; Ebru, Doğan, Türkan, Suna, Dilek, Kazım, Ünsal, Dursun arkamızda bıraktığımız dağları ve aşağıdaki nehirleri fotoğraflıyor. Herkesin gözünde, gönlünde unutulmaz manzaralar olacak eminim.
Görsel şölene bakıp bakıp deklanşöre basmak ama istediğin gibi fotoğraflayamamak çok üzücü Hülyacım. Sadece içime çekeyim diyorsun yetmiyor. Geçen yıl yenemediğim duyguyu maalesef bu yıl da yaşadım. Bu yıl daha çok makinanın azizliği. Geçen yıl Sarı Çelek’te suya düştü fotoğraf makinem ve artık verimlilikten eser yok. Renk ve ışık patlamaları alabildiğine… Seni yine böldüm galiba, lütfen devam et
Akan derelerden geçerken yosun tutmuş taşlara dikkat etmemiz gerekiyor. Doğan bey bu geçişlerde bazen tüm nezaketi ile elini uzatıyor düşmeyelim diye bizlere. Devam ediyoruz yürümeye.
Türkan elinde çalıştırmakta zorlandığı fotoğraf makinası ile manzaranın güzelliklerini kaydederken arada kuşburnu ve karamuk toplamayı da ihmal etmiyor. Karmukları yerken, Dilek hanım ve Türkan bunlar çok iri diyor. Ben ilk kez yedim tadı biraz buruk ama güzel. Dilek hanım “bunların tadı biraz bizim güveme benziyor galiba” diyor. Aynı aileden bitkiler diyerek devam ediyoruz yürümeye.
O güzel manzaraları içimize sindire sindire yürüyoruz. Bir taraftan da vedalaşarak…Çok serpilmişim doğaya ki yolda kuşburnu görünce dayanamadım biraz topladım. Grubun vitamin ihtiyacı için çay yapmaya karar verdik ayaküstü. Ama tehlikeli arazi koşullarında olunca fazla toplayamadık. Derken karamuk bulduk.
Karamuk nedir diyenleri duyar gibiyim. Benim gibi bozkır insanı olanlar bilir. Dağda kuşburnu gibi kendiliğinden yetişen bir bitkinin meyvesi. Ekşimsi, güzel tadı vardır. Bizim oralarda toplar kuruturlardı. Kışın çayını yapar içerlerdi. Taze olarak meyve gibi yemenin veya çayını içmenin zevki bambaşka tabi ki. Epeyce topladık karamuktan. Bu arada Kırgızistan’da karamuka “böğrü kara” diyorlar. Bizde türküsü ve halayı da mevcut. Toplarken halaya durmadım ama bir taraftan türküyü mırıldandığımı fark ettim;
Karamuk dalın eğmiş, Dalların yere değmiş
İnsafsız karamuğun, Dikeni yare değmiş
Oy mavili mavilim, Çal davulcu davulu
Yarim ağlama ağlama, Merhem olmadı yarama
Karamuk dikeniyim, Dibine dökeniyim
Güzel gelsin toplansın, Çirkine tükeniğim
Oy mavili mavilim, Çal davulcu davulu
Yarim ağlama ağlama, Merhem olmadı yarama
Güzeli sevmek sevaptır diye diye güzeli ve güzellerle beraber güzellikleri tüketenler!.. Güzeli yaşatmak gerek. Bunun için de çirkine tükenik olmak ne kadar da yerinde bir ifade. Ah türkülerimiz…
Duyan duydu, yanımda yöremde olsaydınız siz de duyardınız. Neyse biz gelelim esas konuya. Güzel çay olur kuşburnu ile diye düşünsem de akşam olmadan bu fikirden vazgeçtim. Gruptan karamuk bitkisini ve meyvesini tanımayanlar hatta hiç duymayanlar çok. Bünyelerde oluşabilecek herhangi bir rahtsızlığın bu masum bitkiye yüklenme durumu beni üzer. Dedik ya çirkine tükeniğiz diye, bu nedenle vazgeçiyorum. Karamukun güzelliğini karalamamak adına. Fakat kuşburnu da tüm gruba yetmiyor. Neyse çaresine bakarız. Yola devam…
Bir gün önceki mola verdiğimiz tepeye ulaşıyoruz. Bize sonradan KAMAZ ile katılacak arkadaşlarımızı bekliyoruz.
Hemen yayıldık. Kamaz gelince yiyeceklerimizi de getirecek ve öğlen yemeğini piknik olarak burada yapacağız. Nehire yakın yerde kendime uzanacak yer buluyorum. Akan suyun sesi müzikal etki yapıyor, uykuya dalar gibi oluyorum. O arada araç sesi geliyor. Karşıya bakıyorum yazmamın altından, bizim araç değil. Aldırmadan al yazmamı tekrar yüzüme çekip uzanıyorum. Az sonra yabancı bir ses beni kalkmak zorunda bırakıyor. Gelişini duyduğumuz araçtan bir bayan benimle konuşuyor. Anlıyorum ama konuşamıyorummmm. Ülke devreye girip sohbete başlıyor. Koreli grup bizim geldiğimiz yere gidiyor.
- Türk-Kore dostluk ilişkilerini geliştirmek üzere Dursun derhal devreye giriyor. Hokkabazlık numaraları epey ilgi odağı oluyor.
- Dursun Abi elindeki biri birine geçmiş halkalarla sihirbazlık gösterilerine Güney Korelileri de ortak ediyor hatta birlikte şarkı söylüyorlar.
- Birlikte hatıra fotoğrafı çekiyoruz, talep onlardan.
Bu küçük birliktelikten onlar mutlu biz mutlu el sallayarak uğurluyoruz onları.
Yalnız, bir ara Dursun’u gözden kaybediyorum. Acaba alıp götürdüler mi diye meraklansam da burnumun dibinde bitiveriyor. Hadi herkes yerine dememe gerek kalmadan yerim boşalmış olarak bana kalıyor. Tekrar uzanıyorum. Yine dalmak üzereyken bizim kamazın sesi geliyor. Yazmamın altından bakıyorum daha tepelerden inişe yeni geçmiş. Biraz daha uzanmanın zararı olmaz. Ses yaklaşınca kalkıyorum, gelenleri araç ile fotoğraflamak için. Makine bozuk, bir türlü çekim yapmıyor. En sonunda inadını kırsa da renk ve ışık patlamaları bol birkaç kare çekmeme müsaade ediyor. Hatıra hatıradır deyip muhafaza ediyorum, arkadaşların anılarını kalıcı kılmak için.
KAMAZ’ la gelen arkadaşlarımızı alkışlarla karşılıyoruz bu arada
Birkaç saatte özlemiş ve özlenmişiz galiba. Remzi en gencimiz olarak derhal Ernist’e yardıma koşuyor. Erzaklar indirildi kamazdan ve ilgili yere alındı. Tüp Ümran’da, hemen yaktı fakat hava akımından yanar vaziyette tutmak zor. Doğan uygun yer bulup sesleniyor Ümran’a . Ben de arkadan gelen hava akımını kesmek için boşalan malzeme heybelerini paravan yapıyorum. Her şey sıcak çay içmek için.
Birlikte devam edeceğiz yola ama önce biraz atıştırmak lazım . Menüde Domates, peynir, yumurta ekmek, karpuz , meyve suyu ve çay var.
Biz, çay için muhafazayı sağlayana kadar ekibin gerisi nevale dağıtımını bitirdi bile. Biz de payımızı alıp yemeye başladık. Aramızda yükleri ile yayan devam eden genç 2 turist de var. Onlarla da ufak paylaşımda bulunduk.
Karpuzlarımızı da yedik o da ne… Arkada akan dereden elini yıkamaya giden Dilek sincap görüp seslendi. İyi ki seslenmiş. Biz de görme fırsatı elde ettik.
Sincap ahşap köprüdeki masanın ayaklarının altından kısa bir süre bizi gözlemledi, ardı sıra hızlıca köprüden bizim yakaya geçip ağaca tırmandı. Ağacın altında çay suyuna bekçilik yapan Ümran var ama sincap ters taraftan çıktığı için göremedi hareketlerini. Sincap çok yukarılara tırmanmadan bizi tepeden gözlemlemeye başladı.
En ilgimi çeken durum şuydu; domates ile peyniri dilimlenmiş ekmeğin arasında sandviç yapmaya çalışanlardı. Bıçak yoksa zor o domates ile sandviç yapmak. Köylü olmanın deyince eksik kalabilir yabanda yemek yemenin veya çobanlık yapmanın faydaları burada ortaya çıkıyor. Domatesle ne uğraşıyorsunuz. Peyniri koyun ekmek arasına, bir ısırık ondan bir ısırık da domatesten alın olsun bitsin. Çok kolay ve daha lezzetli inanın ki…
Bir ara dağdan gelen buz gibi berrak sularla elimizi sokup su içiyoruz. Belki yıllar oldu böyle kirlenmemiş suları içmeyeli. Rehberlerimiz Ernist ve Recep beyden yeni bir bilgi ediniyoruz. Sovyet Kozmonotlar uzay dönüşü uyum sağlamak ve sağlıkları için oksijeni, sıcak suyu, yeşili bol bu bölgede dinlendikleri bilgisini veriyorlar.
Toparlanma vakti, biz de kamaz ile devam etmek zorundayız. Grup performansının iyi olması yürümeyi haklı kılmıyor. Bir daha nerede kamaz bulup bineceğiz sanki, bu zevkten ( J ) son bir kez istemesek de faydalanıyoruz!..
Mola sonu hepimiz kamyonda sallana sallana , hoplaya zıplaya ağır ağır yol alıyoruz. Dilek Hanım hatırlatıyor “ 1 eylül bugün Dünya Barış Günü “ diyor. Şarkılar başlıyor tabi Sev Kardeşim, Hayat Bayram olsa ….. Ece’miz sarsıntıdan rahatsız olup midesi bulansa da grubun neşesini bozmamak için sanırım azami çaba gösteriyor yolu sorunsuz bitirmek için.
Kamaz içinde çekilen fotoğraf Kazım Ulutaş’a aittir. Emeğine saygılarımızla…
Şehre doğru yaklaştıkça kırmızı renkli elma bahçeleri arasında yol almaya başlıyoruz. Karakol’un içlerine doğru ilerledikçe yine mutlaka yol tarafında çiçek bahçeleri olan, genellikle mavi ahşap panjurlu, birbirine geçmeli ahşaplarla kaplı alınlıkları olan çatılarla örtülü evlerin olduğu sokaklarda ilerliyoruz. Evler genellikle yüksek duvarlalar çevrili ve çok büyük kapılardan evlere giriliyor.
Hülyacım sen Karakol sokaklarını anlatmadan kısa bir bilgi paylaşmak istiyorum karakol şehri ile ilgili. Nihayet adına medeniyet denilen alana kavuşuyoruz. Karakol, Issık Göl eyaletinde yaklaşık 75.000 nüfuslu bir şehir. Kırgızistan’da Issık Göl’ün doğu kıyısında konumlanmıştır. İsmi öz Türkçedir. Buraya ilk yerleşenler toprağın, ellerini siyaha yani karaya boyadığını fark etmişler. Bu nedenle siyah el veya kara el anlamına gelen Kara-Kol adını vermişler. Kırgızistan’ın en büyük 4. şehri Karakol’dur.
Karakol Meydanı’nda şehrin gazi ve şehitlerinin yer aldığı pano ve her yaştan insanın kategorilere ayrılmadan yarıştığı, 31 Ağustos Kırgızistan Bağımsızlık kutlamaları çerçevesinde yapılan bisiklet yarışına hazırlanan Karakol’lular.
1886’da Prjevalsk adını alan ve başlangıçta Rus köylülerden oluşan şehrin nufusu, Çin zulmünden kaçan Dungan’ların göç akını ile artmış. Kırgız nüfus, 1930’larda toprakların kolektifleştirilmesi ve göçebelerin zorunlu iskânıyla gelmiş buralara. Şehir, 1991 yılında, yani bağımsızlık sonrasında, ilk adı olan Karakol’a yeniden kavuşmuş.
Dungan Camii’nden genel görünüm, yandaki fotoğraf da minare görevi gören gözetleme Kulesi. Dunganlar, müslüman Çinlilerdir. Mimari Çin örnekleri taşıyor. Aksakalımız, grubumuzdan içerden görüntü almayı başaran tek kişi. Ümran da Çin izlerinin peşinde Bugün de şehir nüfusunun önemli bir bölümünü Dunganlar oluşturuyor. Dunganlar, müslüman Çinliler’dir. Rivayete göre, çok iyi bildikleri tarımı Kırgızlara öğretmeleri için Sovyet hükümeti tarafından Karakol’a yerleştirilmişler. Bugün de Dunganlar, genellikle tarım ve meyve-sebze ticaretiyle uğraşıyor.
Bu şehre ilk gelişimizde yani iki gün önce bir Dungan ailenin sofrasına konuk olmuştuk. Sofralarında bol sebze yemeği mevcuttu. Önceki yıl geldiğimizde yol boyunca meyve sebze satan Dunganlar’a rastlamış ve alışveriş yapmıştık. Karakol’da pazar günü devasa bir pazar kuruluyormuş ama biz burada olamayacağız, bugün günlerden Cuma.
Karakol’daki önemli tarihi yapılarından Rus Ortodoks Kilisesi’den genel görünüm
Bugün pazar kurulmamış olabilir ama biz yine de pazar yapmaya pek hevesliyiz. Kamaz bizi otelimize bırakıp grubun geri kalanı ile devam etti.
Grup bu akşam yine iki ayrı evde konaklıyor. Bizim grubun kaldığı ev oldukça modern ve çokça ahşap kullanılarak inşa edilmiş. Sahiplerinin Çinli olduklarını öğreniyoruz. İki küçük çocukları var tertemiz sıcacık bir yer.
Altın Arashan’a gitmeden önce de bu otelde kalmıştık. Yanımıza 1 günlüğüne ihtiyacımız olan eşyayı alıp gerisini otelde emanete bırakmıştık. Otelde bıraktığımız eşyalarımıza kavuşunca derhal sırt çantalarımızı alıp odalarımıza tekrar yerleştik.
Biraz dinlenip kendimizi Karakol sokaklarına atıyoruz.
Mihmandarımız bizi tembihledi “ grubun diğer üyelerini görürseniz tanımıyoruz” hemen kabul gördü. Yabancı yabancı dolaşmanın keyfine varalım değil mi ama. Ardından ekliyor “ Biralar Kazım’dan”, ne hikmetse o biraları içemeyeceğiz hissine kapıldım. Öyle de oldu…
İstikamet iki gün önce uğradığımız el sanatları merkezi ve kooperatif yine. Çok güzel keçe yelekler, terlikler, çantalar. Magnetler alıyoruz. Kooperatifte keçeden yapılmış panolar ve bazıları çok eski (1963) olan duvar örtüleri yastıklar ve minderler var. Buradaki keçe panolar, yağlı boya tablolar hepimizin ilgi odağı tabi ki.
Kent bugün bayram olması sebebiyle biraz sakin ve bir çok dükkan kapalı. Parklarda karşılaştığımız çocuklara yanımızda götürdüğümüz küçük hediyeleri veriyoruz. Balon, toka, şapka, kalem, boyalar, frizbi v.s. çocukları gülümserken görmek dünyanın en güzel şeyi sanırım.
Artık tarih olan bir devletin tabelada kalmış adı ; CCCP ( SSCB). Karakol sokaklarında bir taxi yazısının arka yüzünde tesadüfen karşımıza çıkıyor. SSCB yönetimi döneminden izler, objeler ararken görebildiğimiz tek tanık belki de bu levha. 26 yılda çok şeyin değiştiği kesin. İkinci fotoğrafımız da Karakol sokaklarından. Bu taxi tabelasından sonra aklımızda bir soru ; geleceğin Aksakal ve Ecesi olabilecekler mi ? Bugün yaşamakta olan bu gelenek de tarihin acımasızlığına teslim olacak mı?
Alış veriş işleri tamamlandı derken sürpriz… Son girdiğimiz dükkandaki bazı satış ürünleri özellikle keçeden tablo dikkatimizi çekince satıcı bayan açıklamaya başlıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde sergilenmiş ürünler diyor.
Aynı zamanda bunların New York Metropolitan Museum’da sergilendiklerini öğreniyoruz.
Sohbet ilerledikçe dahası da olduğunu öğreniyoruz. Bizi galeriye götürmeyi teklif ediyor. Hemen kabul edip ardı sıra yol alıyoruz. Arka kapıdan çıkıp yan sokağa sapıyoruz. Kapıyı açıyor kocaman bir galeri. Sadece keçe tablolar yok elbette, yağlı boya çalışmaları da mevcut.
Gerçekten muhteşemler. Hele yılkı atlarının ve bozkırın betimlendiği keçe pano var ki görülmeye değer.
Recep abinin satın aldığı keçe tablodan bahsediyorsun. Gerçekten muhteşemdi. İlk fiyat dudak uçuklatsa da hakkıdır dedik. Ama satıcı bayan, eserin sahibi olan babası ile görüşünce epeyce uygun fiyata indi. Recep abi sanat eserine gereken ilgiyi gösterip alımını yaptı. Güle güle kullansın.
Alış veriş bitiminde biraz soluklanmak için cafelere atıyoruz kendimizi buz gibi biralar, sohbet var. Diğer evde kalan arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz ; Ebru , Dilek, Doğan cafede oturuyorlar.
Tanımamak üzerine söz vermiş olsak da yapamıyoruz. En azından ben dayanamıyorum ve yanlarına gidiyorum. Şerife de yanımızda bitiveriyor az sonra. “Türkan, ben sizinle otele geleceğim” diyor. “İyi de kalacağın bir yer yok, neden kendi kaldığın yere gitmiyorsun “ demem pek bir şey ifade etmiyor. “ Bizimkiler geç dönecek, orada bir yerde beklerim. Sizi servis almaya gelince ben de sizinle kaldığım yere dönerim” dedi ve konuşacak bir şey kalmadı.
Masa temizlensin, sipariş alınsın diye bekliyoruz ama işletme çalışanları umarsız. Boşalan masayı temizletmek zor iş, bekle babam bekle olmuyor. O arada diğer evde kalan grup üyelerinden birkaç kişi daha geliyor. Fakat durulacak mekan değil. Gürültü alabildiğine, temizlikten eser yok, sipariş bile alma gereği duymayan bir mekan. Ülke geliveriyor “ hadi Türkan abla” diyor. Hemen kaçıyoruz, Hülya, Yıldız ve Suna’yı da alarak. Yanımda oturan Şerife’ye Recep abinin alışveriş poşetini emanet edip ayrılıyorum. Grubun gerisine de yer açılmış oluyor.
Güzel bir mekana geldik Ülke sayesinde. Siparişlerimiz hemen geliyor. Biz biralarımızı yudumlarken eski kulağı kesiklerin baskınına uğruyoruz. Dursun, Ünsal Aga ve Jale ile masamıza sandalye ekleyerek yanımıza oturuveriyorlar. Onlar da sipariş veriyor. Biralarımızı içerken Ümran, Ülke’yi arıyor. Otele dönüyorlarmış, orada biralarını içeceklermiş. Önce bize sipariş veriyor ama 2. Aramada gerek kalmadığını, malzemeleri tedarik ettiklerini söylüyor. Her ne kadar aramızda kokartlısı varsa da biz yürüyen dublelere dönmeden otele dönmeye karar veriyoruz. Ünsal Aga, Jale’yi Hilmi beylerin olduğu mekana götürürken bizler otele doğru devam ediyoruz.
Biraz keyif ve dinlenmeden sonra kalacağımız evlere dönüyoruz. Akşam yemek için hazırlanıp saat sekiz gibi diğer grubun kaldığı eve gideceğiz.
Otele döndüğümüzde masa kurulmuş biralar tokuşturuluyordu. Akşam hazırlığımız tamam, servis de gelmiş. Ayrı evlerde kaldığımız tüm konaklamalarda grubun kalanını hep biz ağırladık, bu sefer biz ağırlanacağız. Grubun gerisinin kaldığı ev güzel. Bizim mekan da güzel ama tamamlanmamış bir mekan. Olsun biz yine de çok sevdik, özellikle sıcak aile ortamını.
Akşam kızıllığında muhteşem renkler ve gün batımında ilerliyoruz. Yol inşaatı yaklaşık 20 dakika süren yolculuktan sonra tüm grup yemek masasındayız . Herkes neşeli ve bayramın ilk günü keyifliyiz.
Yemeğe mi geldik ziyafete mi alayamadım. Ernist’in bu işte kesin parmağı var diye düşünürken Ernist beni dışarı çağırıyor. Gittiğimde 2 büyük pastayı gösteriyor, yeter mi der gibi. Bana kalsa bir tane de yeter ama bizim porsiyonlar ile Kırgız dostların ikram porsiyonları farklı, deneyimle biliyorum. Yine de 1 tane yeterliydi demeden edemiyorum.
Bir de hediye olayını konuşuyoruz. Gündüz alışveriş yaptığımız bir dükkanda Recep abi ve Ülke ile bakıp sohbetini ettiğimiz satranç takımı Asel’in elinde. Aslına bakarsan alınabilir, rahat taşınır takım demiştik.İyi ki almamışız. Sanki bizi duymuşcasına ki Ernist veya Asel, yanımızda yöremizde değillerdi bahsi geçen takımı almışlar. Aslında Cengiz Aytmatov’un Kiril alfabesi ile Kırgızca yazılmış bir eserini almışlardı ama Bişkek’teki büroda kaldığı için geceyi hediyesiz bırakmamak adına bu yeni hediyeyi almışlardı. Diğer hediye hakkı mahfuzdur. Bişkek’teki son gecede teslim edildi. Son hazırlıkların da üstünden geçiyoruz ve gece başlasın.
Bu evde ve kaldığımız diğer evlerde piyano olması ve çokça kitapların yer aldığı kütüphaneler dikkatimi çekiyor yine. Yemeğe başlamadan evvel aksakalımız Hilmi Bey günün anlam ve önemine istinaden Dünya Barış Günü ve Kurban Bayramı içerikli bir konuşma yapıyor. İnsanlığın neden savaştığını anlamadığın, savaşa ve şiddete neden göz yumulduğunu bütün bunların aslında ne kadar kötü olduğunu söylüyor.‘’ Şiddetten her koşulda , nefsi müdafaa dahil kaçınılırsa barışın geleceğini’’ ifade ediyor. Bende eklemek istiyorum; sevginin olmadığı, bencilliğin ön planda olduğu her yerde şiddet ve savaş olur diye eklemek istiyorum. Herkesi her şeyi sevmek gerek.
Bugün mihmandarımız Recep bey ve kızı Ülke’ nin doğum günü sürpriz doğum günü kutlaması yapacağız. Ülke için tam sürpriz. Doğum gününe on gün var ama babası ile kutlama yapılacağından habersiz.
Yakınımdakileri uyarıyorum, doğum günü pastası da yiyeceğiz, midelerinizde yer bırakın diye. Ama yemekler leziz olunca kimin umurunda. Yemek boyunca sohbet kıvamında ama Ernist benden pasta için işaret bekliyor. Ben de milletin tabağında gözüm yok ama uygun zaman için yeme içme devam ediyor mu diye kontroldeyim. Nihayet Ernist’e tamam diyorum. Elektrikler sönüyor ve Asel ile Ernist 2 ayrı pasta ile içeri geliyorlar. Kimse cesaret edip Recep abinin adını geçmese de yaşasın intikam dercesine ortaya doğru yönelip “ İyi ki doğdun Recep abi “ diyerek şarkıya başlıyorum ama ritmini bozuyorum. Abi kısmını demesem olacak ama abi demeden de olmuyor, varsın ritim bozulsun…
Pastalar Recep abinin önüne konuyor. Üfle de kurtul artık diyeceğim de dilek dilemek lazım bir, iki pastaya üflemek zor bu iki. 3.süne gelince, Recep abi böyle kutlamalardan hoşlanmaz, bakalım ne yapacak demeden her şey yolunda ilerliyor.
Pastalar üfleniyor alkışlarla beraber. Recep bey sanıyorum ki hepimizin yüreğinde bir yerlere dokunan bir konuşma yapıyor. ‘’Benim doğum günüm Kızım Ülke’ nin doğduğu gün aslında ‘’ diyor. Bence bir kız için babasından duyduğu , duyabileceği en güzel sözler bunlar…
Bir sonraki yazımızda Kırgızistan Yurdu Gezisi – 2017 (10.11.12. Gün) ‘ü okuyabilirsiniz.
0 yorum