Uzun süredir hayalini kurduğum Tanrı Dağları’ nda dört nala ata binme hayalimi 2017 yılında gerçekleşmesinde emeği olan Recep Babayiğit’ e ve ekipteki diğer arkadaşlara hem de bu raporu hazırlayan emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. Her gün farklı ekipteki farklı kişiler tarafından yazılmıştır. Keyifli okumalar dilerim…
TARİH: 23 AĞUSTOS – 04 EYLÜL 2017
‘’BİR KIRGIZİSTAN MASALI’’ başlıyor,
Geleneği bozmayalım dedik ve anlatıcılara sözü bir önsöz ile Aksakal versin istedik. Bakalım neler yaşamışlar ata topraklarında, neler anlatacaklar bizlere…
ÖNSÖZ
-Bu bayramda tatil uzun, nereye gidiyorsun?
– Kırgızistan’a
– Hayda! On bir gün ne yapacaksın oralarda?
-Bilmiyorum, Recep Babayiğit diye bir arkadaşımız var, “gidelim” dedi, gidiyoruz. Hem atlara da binecekmişiz.
-Yaa! At eti yemeyi, kımız içmeyi unutma bari!
-Unutmam
Dünyanın meçhul hiçbir yeri kalmadı derler. Bu gezimizde anladım ki; gitmediğim, görmediğim, suyunu içmediğim, havasını solumadığım, yemeğini yemediğim, insanı ile hasbihâl etmediğim, çocuklarına gülümsemediğim, kültürüne az-çok bulaşmadığım, dağlarında dolaşmadığım, tepelerine tırmanmadığım, suyunda yunmadığım, türkülerini dinlemediğim, güzeline göz süzmediğim yer; çoktan keşfedilmiş, üzerinde binlerce sayfa yazılmış, çizilmiş, resimlenmiş, söylenecek, gösterilecek bir şey kalmamış dahi olsa benim için hala bilinmezmiş.
İtiraf etmeliyim ki, Türki Cumhuriyetlerini hep merak eder, çok değişmeden, özgün dokusu bozulmadan (Meraklısına not: Kırgızistan’da hızla değişiyor, gidip görmek için acele edin) gitmek isterdim. Lakin hiç sıra gelmiyordu, gelmesi de uzak ihtimal idi. Neyse ki biz güveniriz Recep dostumuza, tam 24 Yurt Gezgini arkadaş ile 23.08.2017 tarihinde doluştuk bir uçağa, ver elini Kırgızistan’a, bilinmeze, çıktık yola…
Gezimize Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’den başladık, ikinci gün Kochkor’da bir köy evinde kaldık, üçüncü gün üç dakikada at binmeyi öğrendik ve 5,5 saat at sırtında 3.400 metrelik Baba-Ata dağlarını seyrederek ilk Bozüy (keçeden yurt çadır) konaklamamızı yapacağımız Kilemche Jailoo (Kilim Yaylası) tepesine ulaştık. Ertesi gün yine atlarla yaklaşık üç -dört saatlik bir yolculukla dünyanın en yüksek (yaklaşık 3.200m) göllerinden biri olan Son-Göl’e (Song-Kul) vardık. Beşinci gün Son-Göl’de özgürlüğün tadına vardık, saatlerce Cengiz Aymatov’un betimlediği bozkırlarında at koşturduk, “Gülsarı”yı konuştuk. Kahvaltı sonrası Bokaonbaevo’ya geçtik. Yedinci gün bence dünyanın en güzel göllerinden biri olan, Perestroika öncesi nükleer denemeler sonucu, ışıdığı söylenen Issık Göl’ün başkenti Karakol’a yerleştik, yöresel ürünler aldık. Sekizinci gün efsane KAMAZ kamyonla, kayalar üzerinde kah yuvarlanıp, kah sıçrayarak, hendeklerde bir o yana bir bu yana yatarak, uçurumları teğet, gökyüzünü yakın geçerek Orta Tanrı dağlarındaki Altın Arashan’a geçtik. Onuncu gün Chon Kemin’de harika bir köy motelinde kaldık ve nihayet on birinci gün Bishkek’i bir kez daha arşınladıktan sonra yurda döndük.
Neler gördük, neler yedik, neler içtik, neler öğrendik, ne türküler dinledik, ne destanlara hayran kaldık, ne çocuklar tanıdık, ne dostlar edindik, gezgin arkadaşlar anlatacaklar gün gün bizim 12 günlük hikayemizi…
Kırgızistan’ı tanıdıkça Cengiz Aymatov’un “Yıldırım Sesli Manasçı” öyküsündeki şu sözleri kulaklarımda çınladı durdu:
“Yalnız rüzgâr, ıssız yüksekliklerin rüzgârı, türkü çığırır. Ve orada yumruk kadar, sadece yumruk kadar bir dünya, sallanıp durur. Yavaş, yavaş sallanır ve öksüz bir baş gibi, bir çocuk başı gibi, sarkık durur dünyamız… Sarkık durur, sarkık durur… Bunca iyi var mıdır bu dünyada, bunca “iyi”? Bunca kötüyü bağışlar mı bu dünya, bunca kötüyü?”
Burada belirtmeliyim ki; Bu keyifli ve öğretici geziyi organize eden mihmandarımız Recep Babayiğit dostumuza ne kadar teşekkür etsek azdır. Böyle bir geziyi onsuz yapmazdık/yapamazdık.
Ayrıca, gezimiz boyunca bize sabırla eşlik eden, her derdimizi hızla gideren, attan düşmesine, güneşte kavrulmasına karşın güler yüzü hiç eksik olmayan Sayın Asel Chapai (Aysel) hanım efendiye,
bizi ilk gün karşılayan, düzgün Türkçesi ile her daim bilgi aktaran,sabırla sorularımızı cevaplayan, bir çoğumuza ata binmeyi öğreten, Uzak (Uzakbek Bakirov) dostumuza,
Son-Göl’de güvenle at koşturmamıza yardım eden, at üzerindeyken tüm teşvik tezahüratımıza rağmen yerdekileri bir türlü alamayan (yakındır becerecek) İlyas (Iliiaz Imanaliev) kardeşimize,
bizleri evlerinde ağırlayan, odalarını açan, yemekler pişiren, türküler söyleyen konakladığımız (ev, bozöy, yurt) yer sakinlerine, gezimiz boyunca yükümüzü ve bizleri taşıyan araçları süren arkadaşlarımız Turgun ve Valery Bayke’lere,
selam verdiğimiz, ellerini sıktığımız tüm Kırgız halkına,
ekip ruhunu her daim diri tutan tüm arkadaşlara ve
elbetteki bütün bunları bizim için kolay eden ve harika 11 gün geçirmemizi sağlayan Ernist Djumagulov dostumuza, minnet ve teşekkürlerimizi iletmek isterim.
Yazımı bir Rus atasözü ile bitireyim:
“İçiyoruz, geziyoruz, ölüyoruz”.
Aksakal
**.***
2.gün:
İlk defa araştırmadan, soruşturmadan, hazırlanmadan yurt dışı bir geziye katılmanın soru işaretleri zihnimde dans ede ede -ama bizi bu geziye heveslendiren sevgili dostumuz Recep Babayiğit’e sınırsız güvenerek- sırt çantamı hem yazlıklarla hem de kışlıklarla (yine de “yayla soğuk olur” uyarıları üzerine Bişkek- Kochkor güzergahındaki sevimli bir dükkânın sevimli sahibesinden 800 Som’a (40 TL) kışlık kaban da satın alarak) doldurdum. Uçağımız saat 20:00’de olmasına karşın ihtiyaten 23.08.2017 Çarşamba günü saat 16:00 gibi Sabiha Gökşen Havalimanında arkadaşlarla buluştuk. Kırgız çocukları için arkadaşlarımızın satın aldığı armağanları bagaj hakkı olanlara dağıttık. Uçaktayız..
Uçaktaki gırgır ve şamatamız (rahatsız olan birkaç yolcu da Dursun Tipici’nin karşı konulamaz iyi iletişimi sayesinde havamıza katıldı) gezinin keyifli geçeceğinin ilk işaretiydi. Sabah Kırgızistan saati ile saat 04:00 gibi Bişkek “Manas” havalimanına indik. İşlemlerimiz güvenlikte bu kalabalık gruba yardımcı olayım diye düşünen bir görevlinin yardımı ile hızla tamamlandı, çıkışta gezimiz boyunca kahrımızı çekecek olan Asel Chapai hanımefendi (bence asıl adı “Aysel”, nüfus memuru (y)’yi unutmuş, bu nedenle de gezi boyunca ben ve birkaç kişi daha Aysel diye seslendik, o da yadırgamadı) ve Uzakbek Bakirov dostumuz (Ona, arzusu üzerine “Uzak” bazen de “Irak” diye seslendik. Bu ismi “ölümden uzak” olsun diye koyarlarmış) tarafından güler yüzle karşılandık ve yine gezimiz boyunca bizleri taşıyacak olan Turgun ve Valery Bayke’nin kullandığı minibüslere bindik. Yaklaşık 30 dakika süren bir yolculuk sonrasında neredeyse şehrin tam göbeğindeki Grand Hotel’e yerleştik. Önceki gezilerdeki tecrübe gereği uyumadan (!) sabahı ettik. Otelimizde aldığımız kahvaltı (gayet iyi idi, hatta peynir bile vardı) ardından doluştuk araçlara, başladık kısa bir Bişkek turuna.
Kırgız sıradağlarının eteklerinde ve Çuy Nehri vadisinde bulunan Bişkek, (Kırgızca ve Rusça: Бишкек) 1878 yılında kurulmuş. Kentte yaklaşık 900 bine yakın kişi yaşıyormuş. Kent, Sovyetler Birliği döneminde (1926-1991 arasında), Bolşevik askeri önderlerinden Mihail Frunze’nin anısına Frunze adıyla anılmıştır. Bu ad bu kişinin sevilen sayılan bir kişi olması sebebiyle halen kullanılmakta.
Bişkek’te geniş caddeler, tek katlı mavi panjurlu evler (pembe panjurlular da varmış ama ben göremedim), mermer devlet binaları, Sovyetler Birliği zamanından kalma apartman blokları (ki artık ekonomik ömürlerini tamamlamış) bir arada bulunuyor. Sokakların her iki tarafında yaşlarını almış yüksek ağaçlar, ağaçları besleyen su kanalları, insana “demek böyle de yapılıp, muhafaza edilebiliyormuş” dedirten büyük parklarını görüyoruz.
“Başkent Bişkek güneyinde “ Kuzey Tanrı Dağları ( Tien – Shan ) ya da kendi kutsal anlatımları ile ALA TOO ( Ala Dağlar ), kuzeyinde ise Kırgız Sıradağları ile çevrilidir. Güneyden kuzeye olan doğal düşük eğimden dolayı başkentin güneyine “yüksek” kuzeyine ise “aşağı” taraf diyorlar” (2011 yılı gezisi sonrasında Recep Babayiğit tarafından hazırlanmış Gezi Raporundan Alınmıştır).
İlk olarak Orta Asya’nın en büyük Pazarlarından olan “Dordoy Pazarına” gidiyoruz.
Pazarda nerdeyse tamamı deniz konteynerlerinden inşa edilmiş 40 bin civarında irili ufaklı dükkan faaliyet gösteriyor. Pazar İstanbul’daki Perşembe Pazarı, Salı Pazarı, sosyete pazarı, Doğubank, Kapalıçarşı karışımı bir yer. Yani tam bir bit pazarı. Şöyle bir görüp çıkmakta fayda var biz de öyle yapıyor, oradan yine ünlü bir yer olan “Oş Pazarına” uğruyoruz. Oş Pazarı da Ankara’nın Ulus Pazarına benziyor. Ekmekten kayısıya kadar her türlü yiyecek bulunabiliyor.
Akabinde orijinal/çakma mallar satan bir dükkandan kabanlar, montlar ceketler satın alıp (birazcık ekonomiye katkımız olsun) Bişkek’in 1984 yılında inşa edilen ünlü “Ala-Too” (İsmini kenti omuzlayan Ala Dağlar’dan almış) meydanına geçiyoruz.
Her ne kadar esas yerine Özgürlük Heykeli konulmuşsa da Kırgız halkının hala saygı duyduğu Lenin’in heykelini, sonra da Lenin’in esas aldığı ya da almaya çaba gösterdiği teorinin kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels’in heykellerini ziyaret ediyoruz.
Ala-Too meydanı ve Manas heykeli hepimizi büyülüyor.
Meydandaki Beyaz sarayın önünde yer alan Manas’ın torunlarının son özgürlük mücadelesini simgeleyen, karanlığı kovan, aydınlığa yer açan “Siyah-Beyaz heykel (Özgürlük için Ölenlerin Anıtı) çok etkileyici.
Elbette bu heykeli, 2005 yılında parlamento binasının üzerinden açılan ateşle can veren (ne kadar tanıdık geliyor) onlarca özgürlük savaşçısı ile birlikte okumak gerekiyor. Beyaz Saray, Eski Parlemento/yeni hükümet binasını ve Kırgızların Kraliçesi. Kurmancan Datka heykelini gördükten sonra ayak üstü öğle yemeği atıştırıyoruz.
Gün uzun, henüz bitmedi, şimdiki hedefimiz kentin birazcık dışındaki Cengiz Aymatov ve babasının defnedildiği Ata Beyit (Ata Meyit; yazılır Beyit olarak okunur) anıt mezarlığı. “Ataların Mezarı” anlamına gelen Ata Beyit mezarlığı, 1937 yılında Stalin rejimi sırasında katledilen ve gizlice buraya gömülen 137 Kırgız aydını için yaptırılmış. Buraya gömüldükleri yıllar sonra anlaşılan aydınlardan kalanlar (notlar, kalemler, kemikler vs. aynı yerde kurulan küçük bir müzede sergileniyor, yürek burkuyor.
Ata Beyit gezimiz sırasında Yurt Gezgini arkadaşımız Hülya Rodoplu, Cengiz Aymatov’un hayatı ve yazarlığı üzerine aydınlatıcı bir sunum yaptı. Ardından geleneklerimizi unutmadık ve Ağustos ayında doğan arkadaşlarımız Jale Bayav ve Remzi Şahinoğlu’na kitaplarını armağan ettik.
3.gün
KOCHKOR- KİLEMCE JAİLOO
Sabah kahvaltısını Kockhor’da akşam kaldığımız köy evinde yaptık. Bizi konuk eden aile akşamki konukseverliğini sabah da göstermiş üstelik önümüze krep ve yumurta da koymuştu.
Kahvaltının ardından bir bilinmeze doğru yol aldık. Bilinmez diyorum çünkü bize sadece At bineceğimiz söylenmişti. Beş buçuk saat; bozkırlar, dağlar, tepeler, uçurumlar aşacağımız, vadiler, dereler geçeceğimiz söylenmemişti. İyi de olmuştu, söylense belki nazlanır, belki kaygılanır, bu harika yolculuğu ıskalardık. Her neyse, yaklaşık bir, bir buçuk saatlik yolculuk ile atlara bineceğimiz Kyzart geçişine vardık. Buraya gelinceye kadar yol boyunca gördüğümüz cami ve mezarlıklar dikkatimizi çekti, camiler ihtiyaca uygun, heybetten yoksun oldukça mütevazı iken, mezarlıkların her biri adeta antik bir şehre benziyordu.
Ne yazık ki bu mezarlardan hiçbirini gezmek nasip olmadı
Kyzart (Kızlar geçidi) geçişinde bir at sürüsü ve bize eşlik edecek, yardımcı olacak yol arkadaşlarımız bizi bekliyordu. Bu arkadaşların varlığı yol boyunca bize güven verdi. Onlarsız başaramazdık. Adlarını hatırlayamadığım bu dostlarımıza bir kez daha teşekkür ederim. Fazla oyalanmadan yanımızda getirdiğimiz, kıyafetleri (binici başlıkları, bisiklet şortları, binici pantolonları, eldivenler ve elbette renkli kamçıları) kuşandık.
Bunların her birinin çok işe yaradığını burada belirtmeliyim. Bence bisiklet şortu yerine binici pantolonu alsaymışız daha da isabetli olurmuş.
Pekâlâ, ata binmeyi bilmiyoruz, ne olacak? Çaresi Uzakbek Bakirov dostumuz. Atladı atına, şöyle-böyle yapacaksınız, topuklayıp “çüy” derseniz gider, dizginleri çekerek “tır” derseniz durur, dizginleri sağa-sola çekerek de yön verebilirsiniz dedi. Anlatıp gösterdikleri en fazla beş dakika sürdü. İnanılmaz ama bu beş dakikalık eğitimle ilk gün kazasız belasız 5,5 saat at bindik. Kırgız atlarının gösterişsiz ama uysal, dayanıklı ve iş görür olduğu söylemi boşuna değilmiş.
Bineceğimiz atlar, yardımcı arkadaşlar tarafından endamımıza göre seçildi, üzengi kayışları ve eyer yastıkları ayarlandı. Aynı kişiler atlara binmemize de yardım etti, aslında kaldırıp atın üstüne koydular desek daha doğru olur.
Zaman kaybetmeden yola koyulduk. Birlikte gitmeye alışık atlar birbiri ardına neredeyse bir ip gibi sıralandı.
Kimimizin atı güzel güzel (adeta) giderken, bazılarımız atının gitmediğinden şikayetçiydi. Ama kısa zamanda yolu atlara teslim etmenin en doğru yöntem olduğunu anladık ve kendimizi tarifi zor güzellikteki sonsuzluğa, heybetli, sarı-yeşil, otlu-taşlı, yüksek ama çok yüksek dağlara, taşlara, manzaraya teslim ettik. 3061 metrelik zorlu ve tehlikeli Chaaracha geçidini aştıktan sonra vardığımız tepede kısa bir mola verdik. Zirvenin coşkusuna, manzaranın güzelliğine kapılınca atların birkaçı aldı başını gitti. Yardımcı arkadaşlar epeyi bir koşturmadan sonra atlarımızı getirdi. Demek ki atları başı boş bırakmamak lazımmış. Toparlanıp yola koyulduk. İnişe geçtiğimizde at üzerinde Uzak dostumuzun gösterdiği şekilde durmaya çalıştık. Üç saatlik zorlu ama keyifli yolculuğun ardından öğle yemeği yiyeceğimiz dere kenarında kurulu, 3300 metreye yakın yükseklikte, Baba-Ata dağlarının eteklerindeki Boz üy’lere misafir olduk. Burada yediğimiz sıcak ekmek ve kaymak harikaydı. Hem atları dinlendirdik hem biz dinlendik.
Yemekten sonra atlara tekrar bindirildik, köprü kaygan olduğundan dereden geçmek zorunda kaldık. Derenin geçilmesi hem güzel hem de ürkütücüydü. Ama atlar, taşların, çukurların, yarların arasından ustaca geçiyor, asla yanlış yerlere basmıyordu. Önümde giden atın adımlarını dakikalarca ve defalarca izlemek çok keyifliydi.
Adının anlamı gibi tıpkı “halı gibi” olan Klimche Jailoo’ya (Kilimçe Yaylası)vardığımızda hepimiz yorgunluktan bitap düşmüş, her tarafımız ağrı, sızı içinde kalmıştı. Atlardan inen/indirilen bir süre yürüyemiyordu bile. Ama yemyeşil doğa, atlar, sığırlar, koşuşturan atlı çocuklar birden her şeyi unutturdu. Kalacağımız Bozüy’ün sakinleri yemeklerimizi hazırlarken, bazılarımız dinlenmek için çadırlara, bazılarımız da yürüyüşe gitti. Akşam saat yedide yer sofrasında yemeğe oturduk. Sohbetimizi yaptık, kahkaha attık, türküler söyledik, atları konuştuk ve uyumak üzere, zifiri karanlıkta bir başka güzel olan yıldızlar podyumundan geçerek yeni bir güne doğru “ Boz üy’lere çekildik.
Bir sonraki yazımızda Kırgızistan Yurdu Gezisi – 2017 (4.5.6. Gün) ‘ü okuyabilirsiniz.
1 yorum
Recep Babayiğit · 8 Eylül 2021 19:46 tarihinde
Merhaba Remziğim,
İnterneti ve sosyal medyayı pek kullanmam, ama tesadüf işte, bu yazıyı gördüm. Ne iyi yapmışsın.
Ben iki yıldır Hattuşa’da yaşıyorum, oraya yerleştim.
Yolun düşerse beklerim.
Sevgiler,